 |
ALEVİLİK |
Aleviliğin kökeni genel olarak Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında yaşanan gelişmelere dayanmaktadır. Ancak Anadolu Aleviliği ele alınırken islamöncesi ve sonrası birçok farklı dinsel ve kültürel unsuru da gözden kaçırmamak gerekmektedir.Önce Aleviliğin doğuşuna yolaçan gelişmeleri görelim: Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında ortaya çıkan kimin halife olacağı sorunu, Alevi-sünni meselesinin ilk tohumlarını atmıştır. Hz. Muhammed daha sağlığında birçok kez Hz. Ali’nin halefi olacağını vurgulamıştı. Hz. Muhammed’in soyu, kızı Hz. Fatıma’yı eş olarak verdiği Hz. Ali’den devam etmişti.Hz. Muhammed Mekke’ye Hicret ettiği zaman da ailesine ve işlerine bakmak üzere Hz. Ali’yi yerine bırakmıştı. Üstelik Peygamber Hz. Ali’nin katıldığı hemen hemen bütün savaşlarda onu komutan olarak atamıştır. Bilindiği üzere Hz. Muhammed Veda Haccı dönüşünde (632) Gadîru Hum adlı yerde beraberindeki müslümanlarla konaklayarak bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında kendisinden sonra amcasıoğlu ve damadı Hz. Ali’nin müslümanlara önder yani halife tayin olduğunu ifade etmişti. Orada aralarında İkinci Halife Ömer’in de bulunduğu müslümanlar bundan dolayı Hz. Ali’yi kutlamışlardı. Ölmeden önce Hz. Muhammed “Bana bir kalem ve kağıt getirin size bir vasiyet yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa düşmeyesiniz.” demiş ancak bu isteği yerine getirilmemiş ve Peygamber vasiyetini yazamadan vefat etmişti. Daha sonra Hz. Ali ve diğer aile üyeleri Peygamberin defin işleriyle uğraşırken, Ebu Bekir ve Ömer’in de aralarında bulunduğu ensar ve muhacirin ileri gelenleri iktidar kavgasına başlamışlardı bile. Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekir’in halife olması ile sonuçlanmış, daha sonra sırasıyle Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Sonuç olarak bu üç kişinin halifelikleri, deyim yerindeyse Peygamberin Ehli Beytine rağmen gerçekleşmiş, bu nedenle yüzyıllardır tartışılagelmiştir. Hz. Ali ve Hz. Fatıma bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan da kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir. Alevi-Sünni meselesinin ilk çıkışı özetlemeğe çalıştığımız bu halifelik meselesine dayanır. Ehli Beytin başına gelenler ve bunlardan en önemlisi Kerbela Olayı ise Aleviliğin siyasal ve düşünsel bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Araplar dışındaki diğer uluslar arasında da yayılmasına neden olmuştur.Şimdi bu gelişmeleri görelim: Osman’ın halifelik dönemi (644-656), daha önce tohumları ekilmiş bulunan bölünmelerin, problemlerin su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suistimaller ona karşı Irak, Mısır, Hicaz ve Surite’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yolaçmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bir tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir.(656) Üçüncü Halife Osman’ın öldürülmesi sonrası Hz. Ali halifeliği sahabenin ısrarları üzerine kabul etmiştir. Hz. Ali iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karışıklıkları sonlandırmak amacıyla halifelik görevini kabul etmiştir. Daha önce Osman’ın aleyhinde bulunmuş olan Hz. Muhammed’in eşlerinden Ayşe, Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’nin halife olması sonrasında onu Osman’ın ölümünden sorumlu tutarak Cemel savaşına yolaçmışlardır. Cemel Savaşı Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Hz. Ali bu olaydan sonra Şam’da hüküm sürmekte olan ve kendisine biat etmeyi reddeden Şam Valisi Muaviye sorununun çözümüne girişti. Muaviye, Hz. Ali’yi Osman’ın ölümünden sorumlu tutuyor ve Şam’da bunun propagandasını yapıyordu. Hz. Ali’nin uyarıları sonuçsuz kalınca Hz. Ali ve Muaviye Orduları arasında Sıffin Savaşı (657) başlamış oldu. Hz. Ali’nin ordusu savaşı kazanmak üzereyken, Muaviye’nin yakın adamı Amr İbn-ül As’ın, askerlerin mızraklarının ucuna Kuran sayfalarını bağlatarak “Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakem olsun.” diye bağırtması sonucu Hz. Ali’nin ordusu saldırıyı durdurdu. Bu şekilde Amr’ın hilesi işe yaramış ve iki taraftan hakemler seçilmiş, bir sonuca ulaşılamamıştır. Burada Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan bir grup da Hariciler adını almışlardır. Böylece müslümanlar Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüş oluyorlardı. Hz. Ali vefatından önce Haricilere yönelik askeri bir harekat düzenlemiş, önemli bir bölümünü yok etmişti. 24 Ocak 661’de ise Hz. Ali, İbn Mülcem adlı bir harici tarafından uğradığı saldırı sonucunda şehid olmuştur. Bu şekilde Emevi hükümdarı Muaviye iktidara yönelik siyasal amaçlarını ne pahasına olursa olsun elde etmeye uğraşmış, Sıffin’de Hz. Ali’ye yenileceğini anlayınca hileye başvurmuş ve Hz. Ali’nin vefatı ile Emevi saltanatını kurma amacına ulaşmıştır. Hz. Ali’nin vefatı sonrası Şam ve Mısır dışında bütün eyaletler Hz. Hasan’a biat etmişlerdi. Muaviye kendi iktidarı için tehlikeli saydığı Hz. Hasan’ı zehirletmekten de çekinmedi. Muaviye, Ehli Beyte ve Hz. Ali yandaşlarına her türlü eziyeti yaptırmış, camilerde Hz. Ali’ye lanet okutmuş ve kendisinden sonra oğlu Yezid’in halife olmasını sağlamak yoluna gitmişti. Hz. Hasan’ın zehirletilmesiyle Yezid’in önünde en büyük engel olarak Hz. Hüseyin bulunmaktaydı. Yezid ilk iş olarak Medine Valisi ve akrabası Velid’e bir mektup yazarak, özellikle Hz. Hüseyin’in muhakkak kendisine uymasının sağlanmasını, bunu reddederse öldürülmesini emrediyordu. Doğal olarak Hz. Hüseyin’in Yezid gibi bir zalime itaat etmesi mümkün değildi. Hz. Hüseyin, Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle 4 Mayıs 680 gecesi, bütün aile fertlerini yanına alarak Mekke’ye gitti. Ayrıca, Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmediğini ve Mekke’ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kûfe’ye davet ile kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin amcaoğlu Müslim’i uygun bir ortam sağlamak için Kûfe’ye gönderdiyse de Müslim Yezid’in adamlarınca yakalanarak idam edildi. Hz. Hüseyin Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktığı sırada Müslim öldürülmüştü. Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. Yezid’in Kûfe valisi Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya islam sınırlarından birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek, yani Hz. Hüseyin’i öldürmekti. Çünkü biliyordu ki Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu. Sözde müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu iktidar uğruna kendi dinlerini kuran Peygamberin torununu ve ailesini katletmeye kararlıydı. Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak hitab etmek istediyse de, bu anlamlı konuşma Yezid’in ordusunu pek etkilemedi. Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan savaşçıları öğleden sonraya gelindiğinde gittikçe azalmış bulunuyordu. Hz. Hüseyin de bu az sayıda insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehid edildi.Sonra çadırlar yağma edildi, hasta olan İmam Zeynel Abidin de öldürülmek istendiyse de engellendi. Bu çirkin savaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. Hz. Hüseyin tarafında şehid olanlar yetmiş iki kişi idi. Kerbela olayı yüzyıllara damgasını vurmuş bir tarihsel olaydır. Bu olay o zamanki müslüman memleketleri halklarını o kadar etkiledi ki Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Kerbela Olayı İran ve Hicaz’da duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin oluştu ve isyan hareketleri başgösterdi. Yezid’in Mekke ve Medine’ye saldırması ise bardağı taşıran son damla oldu. Özet olarak , camilerde Hz. Ali’ye küfür ettirilmesi, önce Hz Hasan’ın daha sonra da Hz. Hüseyin ve ailesinin ki Peygamberin soyu onlardan devam ediyordu, acımasızca öldürülmeleri, Emevi Hanedanına karşı muhalif bir düşünsel ve siyasal temeli olan bir harekete yolaçtı. Bu harekete Hz.Ali yandaşlığı veya Alevilik demek mümkündür
ALEVİ KATLİAMLARI
Çorum katliamı, ülke genelinde işlenen siyasal cinayetlerden, okul işgallerinden, Malatya, Kahramanmaraş, Gazi katliamlarından soyutlanarak; sağ-sol grupların çatışmasıyla değerlendirilemez. Bu katliamın, emperyalist güçler ve ülkemizdeki işbirlikçilerin ortak planlarıdır, eylemleridir. Genellikle etnik ve mezhep topluluklarının iç içe yaşadığı Doğu, İç ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde gelişen toplumsal muhalefeti baskı ve katliamlarla susturmak, solcu ve Alevileri göçe zorlamayı amaçlamaktadır. Çorum katliamı bu planın bir halkası ve uzantısıdır. Katliamın Ön Hazırlıkları: MHP ve MSP’nin dışarıda desteklediği Süleyman DEMİREL’in azınlık hükümeti, ırkçı-şeriatçı örgütleri korumuş, eylemlerine göz yumulmuştur. Ayrıca yansız görevini sürdüren Çorum Emniyet Müdürü Hasan UYAR görevinden alınarak, yerine Tunceli’de bir çok olaya adı karışan Nail BOZKURT, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne MHP’nin militanı olarak tanınan Fethi KATAR getirilmiştir. Yine sağ görüşlü ve taraflı (AP iktidarında İçişleri Bakanlığı yapmış, zehir hafiye diye tanınan Faruk SUKAN’ın bacanağı) Rafet ÜÇELLİ’de Çorum valiliğine atanmıştır. Demokrat olarak bilinen 40’a yakın polis memuru tel emriyle başka illere ataması yapıldı. Bir çok okul yöneticisi ve demokrat öğretmenin, memurun sürgünü ve yer değişimi yapıldı. Devletin bir çok kurum, faşistlerin karargahı haline getirildi. MHP’lilere ruhsatlı silah verilmeye başlandı. Buna karşın, Çorum emniyetinde görevli sağcı ve ırkçı bilinen bir çok polisin başka illere ataması çıkarılmışken, ilişkileri kesilmeden Çorum’da görevlerinin sürdürdüler. ABD’nin Türkiye Büyük Elçiliği’nde görevli Robert ALEXANDIR PECK (CIA görevlisi olarak tanınır) Çorum’a gider. Çorum’da MHP’li il yöneticileriyle, vali ve CHP’li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOĞLU’yla görüşür, MHP’nin etkin olduğu köy ve ilçeler, ???Alevi-Sünni??? hakkında bilgi edinmeye çalışır. Çorum’dan sonra Amasya ve Tokat’a gider. Amasya’da Alevi-Sünni, sağ-sol çatışması üzerine sorular sorar, ne zaman ve hangi ölçüdebir çatışma çıkabileceği hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. (1) Bu değişim ve çalışmalar sürdürülürken; ülkücü örgütlerin halkı tahrik etmek için çalışmalarını sürdürüyorlardı. Çorum’da 19 Mayıs “Gençlik ve Spor Bayramı” kutlama hazırlıkları sırasında ülkücülerin Bayram töreninde kızların kıyafetlerini gerekçe göstererek halkı tahrik etmek amacıyla şu bildiriyi dağıtıyorlardı: “Müslüman namusuna sahip çık 19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın iffet ve hayasına kahpeçe ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor, içimize kan akıtılıyor. Yine müslüman evlâdı kan ağlamaya kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ama karnında çocuk çıkarken zihniyetle bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu haris-i Şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susun, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile CİHAD edenlere-İslâmcı Gençlik” (2) Gün SAZAK’ın Ölümü: Ülkücülerin CİHAD bildirisinden 9-10 gün sonra Ankara’da MHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Gün SAZAK (1. MC hükümetinde Gümdük ve Tekel bakanlığı yapmıştır.), 27 Mayıs 1980 günü belirsiz kişilerce vurularak öldürüldü. Gün SAZAK Ankara’da öldürülmüş. Çorum’la uzaktan-yakından ilgisi yok. Eğer duygusal bir tepki olacaksa Ankara’da olması gerekirdi. Oysa Türkiye genelinde saldırı, tahrip ve cinayetler başlatıldı, günlerce devam etti. Özellikle Alevi-Sünnilerin, Türk-Kürtlerin iç içe yaşadığı kentlerde saldırı ve cinayetler halka yönetildi. Görülüyor ki, bu saldırı, cinayet ve katliamlar, duygusal bir tepkinin sonucu değil; perde arkası güçlerin ve planladığı, yönlendirdiği eylemlerdir... Çorum katliamı, Gün SAZAK’ın ölümü gerekçe gösterilerek başlatılmıştır. 28 Mayıs Çarşamba günü, Çorum’un en işlek caddesinde ve çoğunluğu çocuk ve gençlerden oluşan sağcı gruplar (ülkücüler) elleri havada kurt işareti yaparak “kanımız alsa da zafer İslâmın, Kana kan, intikam”sloganlarıyla yürüyüşe geçmişlerdir. Yürüyüş korteji, kısa süre sonra saldırıya dönüşür. Cadde üzerinde bulunan solculara ait işyerleri tahrip edilmeye, yakılmaya başlanır. Yürüyüş kortejinin çevresinde görevli polislerin müdahalesi görülmez ve seyirciler. Çorum’un okullarında sağcıların baskısı, terörü boyutlanarak artar. Öğrencilerin derslere girmesini engellemeye çalışırlar. Öğretmenlere saldırırlar. 28 Mayıs günü başlatılan ilk eylem noktalanır. Sağcı gruplar ve MHP İl Yöneticileri toplanarak ilk günün eyleminin değerlendirmesini yapıyor, yeni saldırı hazırlıklarını planlıyorlardı. Ankara’dan Gün SAZAK’ın cenaze törenine katılanlar (Çevre ile ve ilçelerden) Çorum’a gelmeye başladılar. Ayrıca bazı yabancı turizm şirketleri de Çorum dışından MHP’li militanları Çorum’a taşıyorlardı. 29 Mayıs günü başlatılacak ve günlerce sürecek saldırıların planı, saldırı yapılacak semtler ve görevli olacakların listesi hazırlanır. 29 Mayıs günü sabahıdır. Çorum’un işçisi, memuru, esnafı; öğrencisi ve halkı, günlük işlerini yürütmek için işlerlerine gitmeye hazırlanıyorlardı. Dışarı çıktıklarında, cadde ve sokakların faşist saldırganlarca işgal edildiğini, “Kana kan, intikam” sloganlarıyla saldırılarını sürdürdüklerine tanık olurlar. Saldırganlar ise rastladıkların dövüyor ve esir alıyorlardı. Solcu ve Alevilere ait işlerleri yağmalanıyor, tahrip ediliyor ve yakıyorlardı. Saldırıya uğrayanların, güvenlik güçlerine başvurduklarına “Toplumsal olaydır, müdahale edemeyiz” yanıtını alıyorlardı. Faşist saldırganlar, Çorum’un caddelerini, sokaklarını, meydanlarını işgal etmekle yetinmemişlerdir, Çorum’la komşu il, ilçe ve köylerle bağlantılı tüm yolları da işgal etmişlerdi. Araçlar durduruluyor, kimlik kontrolü yapılıyor, solcu ve Alevi olanları alıp işkence ediyorlardı. Sağırların, körlerin bile görebilecekleri bu hazırlıkların devlet tarafından görülmemesi olanaklı değildir. Ama önlem alınmamıştır... Saldırganların bir kolu, demokrat ve sol görüşlü Çorum Gazetesi’ne; sol yayın satan Bahar Kitapevi’ne saldırarak tüm eşyalarını, malzemelerini dağıtır ve tahrip ederler. Saldırganların büyük bir kolu da, solcuların, Alevilerin yoğunlukta olduğu Milönü Mahallesine yönelirler. Saldırının haberini alan Milönü halkı, yollarda barikat kurarak saldırıya karşı savunma direnişine girişirler. Başka bir kol, Kuruköprü, Üçevler, Sigorta ve Mutluevler semtine yönelirler. Bu semtlerde oturan solcu ve Alevilerin, saldırıdan habersiz ve savunma önlemlerini alamamışlardır. Mevcut güvenlik güçleri ise, bir bölümü yansız kalırken, bazı polislerde saldırganlara yardımcı oldukları saptanır. Bu semtte 45 yaşlarında Servet YILDIRIM isimli bir kişiyi öldürürler. Celal ERDOĞAN (öğretmen), Salih YILMAZ (Öğretmen), Turan KABAKULAK, Vedat ELİAÇIK, Hüseyin ŞİMŞEK, Sefer EKEN, Sezai GÜREN, Neşet AYDIN, Mustafa NALLICA Sadık VASIFOĞLU, Hasan KÖSE, Aşır DEMİREL isimli sol görüşlü kişilerde kurşunla ağır yaralanmışlardır. Yine Altınevler Semtinde evlerinin balkonunda oturan iki kizkardeşe silahla ateş edilmiş ve her ikisi ağır yaralanmışlardır. Bu semt ve mahallelerde bir çok ev ve işyeri de tahrip edilerek yakılmıştır. Sokağa Çıkma Yasağı: Olayların genişlemesi, karşılıklı çatışmaya dönüşmesi üzerine, Çorum Vali Rafet ÜÇELLİ, sokağa çıkma yasağı koyar. Savunma amacıyla halkın oluşturduğu barikatların kaldırılmasını ister. Saldırıya uğrayan halk, sokağa çıkma yasağına uyarken; saldırganlar özgürce sokaklarda saldırılarını sürdürüyorlardı. Çorum kalesi yakınındaki semtlerde oturan halkın kurduğu bir savunma barikatına saldırganlar silahla ateş etmekte, ama barikatı aşamıyorlardı. Vali Rafet ÜÇELLİ, halkın kendini savunması için kurduğu bu barikatın kaldırılmasını Jandarma Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE’ye emir verir. Halk ise, can güvenlikleri için kurdukları barikatı kaldırmamakta direnirler. Vali ise, barikatın mutlaka kaldırılmasını, yolun trafiğe açılmasını istemektedir. Jandarma Yarbay Vural GÜRİDE ile Vali arasında geçen konuşma şöyle: Vali: lütfen Ankara-Samsun Karayolu trafiğe açılsın.
Yarbay Güride: Sayın Valim yolu açmak için silah kullanmak zorunda kalacağız. kan akar, bu da olayları tırmandırır.
Vali: Her şeye karşın yol trafiğe açılmalıdır.
Yarbay Güride: Kan dökülür, ben açamam sayın valim. Buyurun siz açın. Halk barikatını kaldırmaz. Ama başka bir semtteki zayıf bir barikatı aşan 19 AN 709 plakalı, kırmızı renkli Reno marka bir otomobil Milönü semtini silahla boydan boya tarar. Semt halkı panik içinde evlerine koşuşurlar. Yaralananlar olur. Mahalleyi silanla tarayan otomobilin plakasının bir traktöre ait olduğu, otomobilin içinde polislerin olduğu kanaati oluşur (3) İki Polisin Ölümü: Mayıs’ın 28-29-30-31. Günleridir. Dört günden beri karşılıklı çatışmalar sürmektedir. Bu arada Alevi ve solculara ait bazı ev ve işlerleri tahrip edilmiş ve yakılmıştır. Bir çok kişi yaralanmış, bazıları da öldürülmüştür. Halkın güvenlik güçlerine (polise) güveni olmadığından barikatlarla semtlerini korumaya çalışıyorlardı. Bunun farkına varan vali, askeri birliklerden yardım ister. Askeri birliklerin devreye girmesiyle saldırılar ve çatışmalar denetim altına alınmış görünse de; bunu fırsat bilen Emniyet güçleri, direnen mahallelerde operasyonlara giriştiler. Operasyon sırasında Multuevler-su deposu yakınında, yol ortasında kurşunlanarak öldürülmüş bir erkek cesedi bulunur. Yapılan kimlik tespitinde cesedin polis memuru Abdurrahman KOCAK’a ait olduğu belirlenir. Daha sonra Milönü’nde başka bir polisin öldürüldüğü, birinin de yaralandığı ortaya çıkar. Polis öldürme olayında yaralı kurtulan polis memuru Mehmet BEKTAŞ ifadesinde: “trafikteki servisler kaldırılmış olduğu için, sabahları işe değişik vasıtalarla gidiyordum. O sabah Muzaffer YEŞİLYURT’la birlikte Milönü’nden geçerken boş bir arsadan üzerimize dört el ateş edildi. ‘durun, teslim olun, silahlarınızı atın’ diye bağırdılar. Muzaffer silahını çekip ateş etmeye başladı. Benim Kırkkale tutukluk yapmıştı. Onlar ateş etmeye devam ediyorlardı. O sırada Muzaffer vuruldu ve düştü. Düşünce ateş edenler uzaklaştılar. Muzaffer ‘hemşerim beni kurtar’ dedi. Eğilip baktığımda ölmüştü. Onun tabancasını aldım ve kaçanların arkasından iki el ateş ettim. Bu sefer 100-150 kişi olarak bana doğru geliyorlardı. Yapacak bir şey yoktu, kaçarak bir apartmana girdim. Bu sırada attıkları bir tuğla alnıma gelmişti. Ev sahibi ‘Girecek benim evi mi buldur, defol’ dedi. Beni kovalayanları da içeri aldı. Üzerime atladılar ve beni sürükleyerek sokağa çıkarttılar. O sırada kendimi kaybetmişim. Eşim Gülay beni oradan olarak, hastaneye gütürmüş” (4) Polislerin ölümüyle ilgili başka söylentilerde bulunmaktadır. Söylentiye göre Mehmet BEKTAŞ’la, birlikte gelen polis Muzaffer YEŞİLYURT’a Milönü’ndeki barikatların kaldırılmasını teklif eder. Muzaffer (demokrat olarak bilinmektedir) karşı çıkınca, Mehmet BEKTAŞ silahını çekerek Muzaffer’i vurur. Barikatların yanında bulunanlarda olayı görüyor, Mehmet BEKTAŞ’ın arkasına düşüyorlar. Olay açıklığa kavuşamıyor. Ama solcular suçlu görülerek iki kişi gözaltına alınır, yargılama sonucu ağır hapis cezası verilir. Polisler, Milletvekillerini Saldırıyorlar: Çorum katliamı nedeniyle CHP’Li milletvekilleri (Şükrü BÜTÜN, Ethem EKEN, Senatör Abullah ERCAN) olayları yerinde incelemek üzere gelmişlerdir. Milletvekilleri, CHP’li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOĞLU’nun makamında otururlarken, biri heyecanla içeri girer. Saldırganların dışarıda iki genci silahla yaraladıklarını, yardımcı olunmasını söyler. Milletvekilleri de hemen dışarı fırlayarak yaralı gençlerin bulunduğu yere giderler. Orada polis ekibinin beklediğini, yaralılara yardımcı olmadıklarını görürler. Milletvekilleri yaralılara yardım etmeye çalışırken, polis ekibinin içinde bulunan Kemal MARAŞLI “Olayların sorumlusu sizlersiniz. Polisleri siz öldürdünüz, komünistler” kışkırtmasıyla polis ekibi milletvekillerine saldırırlar. Polislerle milletvekilleri itişirken, milletvekili Şürkü BÜTÜN’ün belindeki tabancası yere düşer. Polis Kemal MARAŞLI hemen tabancayı alarak milletvekiline çevirir. O sırada iki genci silahla yaralayan MHP’lilerde gelir ve polis ekibiyle birlikte milletvekillerine saldırırlar. Karşılıklı itişme sürerken, başka bir polis ekibi de olay yarine gelir, tabancalarını çekerek saldırgan polislere ve MHP’lilede çevirirler. Böylece milletvekilleri de saldırıdan kurtulmuş olurlar. (5) İçişleri Bakanı Vekili Çorum’da: Çorum olayı tırmanarak cinayetlere dönüşmektedir. İçişleri Bakanı Vekili Orhan EREN, Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat CELASUN’la birlikte Çorum’a gelirler. Çorum’da teşkilatı bulunan siyasi parti il yöneticileri, Çorum milletvekillerinin katılımıyla bir toplantı düzenlenir. Saldırı olayı değerlendirilir. Çorum Valisi Rafet ÜÇELLİ, tek yanlı ve timsah gözyaşlarıyla olayları anlatır. Bu anlatımın etkisinde kalan Jandarma Genel Komutanı Sedat CELASUN: “Biz gerekli yerlerden emir aldık. Milönü’ne tanklarla girip olaylara son vereceğiz” dediğinde; Çorum CHP Milletvekili Ethem EKEN, “nasıl olur paşam? Milönü’ne tanklarla girmek neyi çözer? Bu daha çok kan dökülmesine neden olur. Belki bir Milönü hiçbir şey değil ama, Türkiye’de 14 milyona yakın Alevi vatandaş yaşamaktadır. Milönü’ne tanklarla girip kan döküldüğünde tüm ülkede büyük olaylar çıkar”yanıtını verir. Sonuçta oluşturulan bir komite Milönü’ne giderek halkla görüşürler. Can güvenliği garantisi sonucu barikatlar kaldırılır. Vali - Emniyet Müdürü Görevden Alınıyor: Çorum’da Kuruköprü, Sigortaevleri, Terlemezevler, Milönü, Kale, Esnafevler, Şenyurt, Bahçelievler, Karşıyaka, Nadık Mahallelerinde ve semtlerinde saldırılar devam etmektedir. Semt halkı kurdukları barikatlarla savunmalarını sürdürmektedirler. Askeri birliklerin müdahalesi sonucu saldırı olayı kısmen de olsa denetim altına alınmıştır. Çorum halkı, saldırı ve katliamın valinin ve Emniyet Müdürünün yanlı tutumlarından kaynaklandığını açık açık söylemektedirler. Basın olayı yerinde incelemekte, haber yapmaktadır. Böylece Vali Rafet ÜÇELLİ ile Emniyet Müdürü Nail BOZKURT’un yanlılığı gizlenemez olmuştur. İstemeye istemeye her ikisi görevden alınırlar. Yüksel ÇAVUŞOĞLU Çorum Valiliğine, Erdem YURTSEVER’de Emniyet Müdürlüğüne atanırlar. Çorum katliamında yansız görev yapan Çorum İl Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE, polislerin solculara, Alevilere karşı kinli tahriklerini, MHP’li saldırganlara nasıl yardımcı olduklarını görmekte; buna karşı önlemler almaktadır. Jandarma komutanı, demokrat ve yansız tutumlarıyla halka güven veriyordu. Ne var ki saldırgan faşistler; komutanın tutumundan memnun değiller. Çorum MHP’li milletvekilleri Mehmet IRMAK Çorum’a gelir. Jandarma İl Komutanı Vural GÜRİDE’ye “Niye engellemiyorsun” diye çıkışır ve baskı yapar. Milletvekillerinin baskıları Yarbay GÜRİDE’yi etkilemez. Bu kez Çorum’da olaylar nedeniyle görevli bulunan askeri birlik komutanı General Şahabettin ESENGÜL’e giderek ve Jandarma Komutanının tutumundan memnun olmadıklarını değiştirilmesini isterler. General ESENGÜL, kendisine yapılan baskıyı şöyle anlatmaktadır: “İsimlerini dahi hatırlamak istemiyorum. Bu milletvekilleri devamlı suretle yaranın kabuklanması değil, kanamasını istiyorlardı. İşleri güçleri Ankara’da belirli odakları tahrik etmek ve almış olduğu yetkilerle Çorum’a gelip karma karışım etmekti. Bu iki milletvekili olayların tarafımdan bastırılmasını memnuniyetle karşılamadılar. Yani ne istiyorlardı? Bir taraf korunsun, diğer taraf öldürülsün. Yani katalizor rol oynamayacaksınız. Güvenlik tedbirleri tam olarak almayacaksınız. Bir kesim ki ona Sünni kesim diyebilirsiniz, Alevileri esasen sıkışmış bir bölgede çevirmiş, onların üzerine saldırıp imha etmek istiyorlardı. Fevkalede küstah bir tavır içindelerdi” (6) MHP’lilerin baskısı sonucu Jandarma İl Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE görevden alınır. Çorum Dışına Taşan Ölüm: Çorum’un giriş-çıkış yolları, faşistlerin işgalindedir. Araçlar durdurularak içindekiler indirilip kontrol ediyorlardı. İçlerinde solcu-Alevi olanları alıp götürüyorlar ve işkence ediyorlardı. Çorum-Ortaköy yolu, Ovasarap Köyü’nün (Sünni, MHPP yoğunlukta) yakınından geçmektedir. Ovasaray Köyü’nde 35-40 MHP’li militan yolu kapatır. Çorum’dan Kozluca Köyü’ne (Alevi Köyü) giden bir kamyonu durdururlar. Kamyonda bulunan Selahattin ve Metin ARDIÇ isimli iki genç kardeşi indirirler. İşkenceden, sorgulamadan geçirirler. Selahattin silahla ağır yaralanır, acı içinde yerde kıvranır. Selahattin’in küçük kardeşi Metin henüz 10 yaşında. Ağabeyinin kanlar içinde yerde yatışını, eli silahlı faşistlerin hakaret ve küfürlerini gördükçe korkudan titremekte, hüngür hüngür ağlamaktadır. Faşistlerden biri kamyonun yönünü Çorum’a doğru çevirir, yaralı Selahattin’i ve Metin’i kamyonun şoför mahaline kor. Metin daha küçük kamyonu kullanmasını bilmiyor. Selahattin ise kurşunla ağır yaralı, sürekli kan kaybetmektedir. Çaresizlik içinde Selahattin direksiyonu eline alır, kardeşi Metin’in katkısıyla Çorum-SSK Hastanesine yetişirler. SSK Hastanesi, ülkücülerin denetinde ve üs olarak kullanılmaktadır. Kan kaybı nedeniyle Selahattin yürüyemez olmuş, koltuğuna girilerek SSK Hastanesinin acil bölümüne yetiştirilir. Görevliler “Sen sigortalı değilsin, ancak devlet hastanesi bakar” diye hiç ilgilenmezler. Devlet hastanesine götürecek kimse yok. Acılı haber babası Cemal’a ulaşmış, koşarak yetişir. Kan gereklidir. Selahittin’in kan grubunu belirlemek için kanı alınır, bir şişeye konulur, babasına verilir; Kan tahlil merkezine gönderilir. Acılı baba, kan şişesiyle dışarı çıktığında, SSK Hastanesinin bir görevlisi “Komünistler burada kan tahlili yapamazlar”diyerek baba Cemal’ın elindeki şişeyi alır, barikatlara vurarak kırar. Kan tahlili zamanında yapılmadığı için gerekli kan bulunamamış; Selahattin’de fazla kan kaybından yaşamını yitirmiştir. (7) Alevi köylerinin yolları işgal altındadır. Ahmetdoğan, Çobandoğan, Savak ve Yoğunşehit köylerinde yaşayan Aleviler dışarı çıkamıyorlardı. Hayvanlar içerde, insanlar içerde, ekinler tarlada. Eli silahlı faşistler yollarda (8) Ankara’da ameliyat sonucu yaşamını yitirmiş bir Alevi kadının cenazesi Çorum’daki köyüne götürülmektedir. Kuruköprü mevkiinde eli silahlı faşist bir grup tarafından durdurulur. Arabada bulunanlar indirilerek kimlik tespiti yapılır. Alevi oldukları anlaşılınca ölü sahiplerine hakaret edilir, coplanırlar. Bununla da yetinilmez, cenazeyi açmak isterler. Ölü sahipleri defin ve yola çıkma belgelerini göstererek, güneş batmadan cenazenin köye yetiştirilmesini rica ederler. Adı üzerinde faşist, ölüye de saygıları olmaz. Bir yanda cenaze tekmelenmekte, bir yan da cenaze sahiplerine işkence edilmektedir. Bunca hakaretten sonra içlerinden biri “Bırakın şu pezevenkleri, cehennem olup gitsinler” söylemiyle cenaze arabası birakılır. Ceset... Ceset...: Faşistler, insan avındalar, önüne geleni dövüyor ve öldürüyor, işkence ediyorlardı. Mutluevler semtinde bir inşaatta iki ceset bulunur. Kimlik belirlemesinde birinin Yahya BARAN’ın, diğerinin de Osman AKSU’ya ait olduğu ortaya çıkar. Her ikisinin elleri ve gözleri ağızları bağlandığı, vücutlarında 18’er kurşun yarası olduğu saptanır. Çorum-Eskiekin Köyü sınırları içinde, buğday tarlalarında iki gencin cesedi ortaya çıkar. Osmancık-Mehmet Teze Köyü nüfusuna kayıtlı Kazım GÜLER’e ait ceset ile kurşunla delik-deşik edildiği ve kimliği belirlenemeyen diğer bir cesedinde aynı biçimde önce işkence, sonra silahla öldürüldüğü; Bayat’ın Gökboğaz mevkiinde Şeref ŞAHİN adında bir gencin silahla taranmış cesedi; Elvan Çelebi köyü sınırları içindeki tarlalarda SSK Çorum Hastanesi’nde çalışan Necati GÖKTAŞ’ın silahla taranmış cesedi bulunmuştur. Tarlalarda cesedi bulunanların tümünün solcu ve Alevilere ait olduğu; cesedi bulunmayan nice kayıp bulunduğu saptanmıştır. (9) 28 Mayıs 1980’de başlatılan saldırı ve katliam, askeri birliklerin müdahalesiyle biçimsel olarak denetim altına alınmıştır. Katliamın TEMMUZ Dönemi: Taşeron olarak kullanılan faşistlerin amacı, Çorum’ a bağlı ilçe ve kasabalarda oturan solcuları, Alevileri baskı ve katliamlarla göçe zorlamak, süreç içinde bölgenin denetimini ele geçirmektir. Çorum halkı K. Maraş katliamından ders çıkarır. Saldırının ilk günü kendi olanaklarıyla kurdukları barikatlarla güvenlik önlemlerini almışlardır. Ayrıca Çorum’ un Sünni inançlı toplumunun MHP’liler dışında kalanlar, saldırganlara destek vermemişler, hatta bir bölümü saldırıya uğrayanların yanında yer alarak direnmişlerdir. 28 Mayıs 1980 de başlatılan faşist saldırı bu nedenlerle amacına ulaşamamıştır. Faşistler, Mayıs’ ta başlatılan saldırıdan gördükleri eksiklikleri gidermeye, Sünni halkın katılımını sağlamaya çalışıyorlardı. Ayrıcı dışarıdan faşist militan ve silah getirmeye, saldırıya engel olan devlet görevlilerini kentten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Kendi içlerinde ekipler oluşturarak mahalle, kasaba ve köy çalışmalarına yöneldiler. Çorum halkı, faşistlerin bu hazırlıklarının katliama dönüşeceğinden kuşku duyuyor ve ilgilileri uyarmaya çalışıyorlardı. AP Çorum İl Başkanı Yardımcısı Erol ŞAHİN, CHP İl Başkanı Cemal SOLMAZ’ la birlikte vali ve emniyet müdürüyle görüşürler. MHP'nin saldırı hazırlıklarını ileterek önlem alınmasını isterler... (10) Aynı tarihte yeşil renkli 19 AT 535 plakalı ve 131 Murat markalı (Adnan EZEJDER’ e ait ) bir otomobil, sol görüşlülerin oturduğu semtlere dalıyor, çevreye ateş açıyor, ateş sonucu Hatice İLHAN isimli bir lise öğrencisi ağır yaralanıyor. Bu gelişmeler ve tahrikler olurken; Ülkücüler, halkı savaşa çağıran bir bildiriyi Çorum ve ilçelerinde dağıtmaktadır. Bildiri şöyle: “ Büyük Türk Milleti, ... Son bağımsız Türk Devleti üzerinde oynanan hain oyunları, komploları, planları görmemek için artık kör, hatta hain olmak gerekir. Türk varlığını dünya üzerinden silmek isteyen emperyalist güçlerin yerli uşakları, komünist ler, vatan hainleri, bölücüler, Türk Devleti’nin temeline dinamit koymak isteyenler ellerindeki Rus ve Çin yapısı silahlarla ne yapmak istemektedirler. Bu eli silahlı eşkıyalara karşı kesin tavrı almak, dur demek zamanı çoktan gelmiş, hatta geçmiştir. Kıymetli hemşehrilerimiz, Müslüman Türk Milletini bataklığa sürüklemek isteyen, bölmek, parçalamak, yok etmek isteyen komünist cinayet çetelerine karşı uyanık olalım. Türk Devleti’ni yok etmek isteyen bu hain emperyalist güçlere karşı yılmadan çekinmeden, canı pahasına mücadele veren ülkücü Türk Gençliği’ ne destek olalım. Büyük cihada hazırlanalım. Ülkücü Türk gençliğinin her ferdinin cesetleri birer birer çiğnenmedikçe bu mübarek vatan topraklarına komünizm girmeyecektir. Ülkücü Türk gençliği barış zamanı bir karıncanın ayağına basıp incittiği zaman bundan üzüntü duyacak kadar yufka yürekli olduğu gibi, aynı zamanda vatan hainleri için sokaklar dolusu idam sehpası dikecek kadar da gaddardır. Burası da böyle bilinsin. Bizi komünist kurşunları değil, milletimizin susuşu öldürüyor. Kanımız aksa da zafer İslam’ın. Yolumuz Allah’ın yolu-ÜLKÜCÜ GENÇLİK (11) Faşistlerin bir katliama hazırlandıkları valiye bildirildiği, ayrıca ülkücülerin halkı savaşa çağırdıkları bildirisi ortadayken, Çorum Vali’ si ve emniyeti önlem almaz. Tam tersine solcuların ve Alevilerin yoğunlukta olduğu semt v mahallelerde operasyon başlatır. 100 e yakın erkek ve genci gözaltına alırlar. Faşistlerin örgütlü olduğu semtlerde operasyon başlatılmaz. Onlar çatılarda, tepelerde mevzilerini kurmakta, ağır makineli tüfeklerini yerleştirmektedirler. SSK hastanesini de üs olarak kullanırlar. 1 Temmuz 1980. Salıyı çarşambaya bağlayan gecedir. “Ya susturacağız, ya kan kusturacağız “ sloganıyla ikinci katliam başlatılır. Terlemez Evler ile SSK Hastanesi civarında yerleştirilen uzun menzilli silahlarla solcu ve Alevi evlerine ateş açılır. Katliamın başlatıldığının işaretidir. Faşistlerin egemen olduğu Bahçelieveler, Mutluevler, Etievler, Yavrutuna, Terlemez Evler, Ulukavak, Çatalhavuz, SSK Semt ve mahallelerinde silah sesleri, kenti çınlatmaktadır. Çorum’ un üstüne karaduman çökmüştür. Semtin tüm telefon şebekeleri kesilmiş, haber alınamamaktadır. Çarşamba günü, Çorum’ un pazarıdır. Çevre köy ve kasaba halkı, Çorum’ daki çatışma ve saldırıdan habersizdirler. Pazarda satacak ürünleri traktör ve minibüslerle Çorum’ a doğru yola çıkarlar. Yollar maskeli ve silahlı faşistlerce tutulmuştur. Kent pazarına gelen tüm araçlar durdurulur, kimlik kontrolü yapılır, Alevi ve solcular alınarak kendi karargahlarına götürülür. Elleri, ayakları ve ağızları bağlanarak işkence ederler. Pazara götürdükleri eşya ve ürünleri yağmalanır, araçları yakılır. Günün bilançosu 4 ölü 10 yaralı, 50 ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılmıştır. Bu gelişmeler üzerine vali sokağa çıkma yasağı kor. Solcular, Aleviler sokağa çıkma yasağına uyarken saldırganlar kollarını sallayarak rast gele ateş ediyor, ev ve işyerlerini yakıyorlardı. Olayı yaşayan tanıklar anlatıyor: YUSUF: Sarılık Köprübaşı Mahallesi, 2. Cihan sokakta oturuyorum. Hastahanede evrak memuruyum. Göreve gidiyordum. Büyük bir kalabalık cami yandı diye bağırarak geliyorlardı. Bunlardan 100 kadarı evimin önünde toplandılar. “Kızılbaşlar’ ı yakın yıkın” diye bağırıyorlardı. Bu sırada Harmancıklı Rıza CANCAN’ ı kurşunlayarak evinin önüne attılar. Benim evi ateşe verdiler Çocuklarım kaçtı. Beni yakaladılar, iyice dövdüler, sonra Harmancıklı Elvan’ın evine götürüp, Harmanlıkta elimi ve ayağımı bağlayarak astılar. Yanımda aynı biçimde üç kişi daha asılıydı. Birisi Kemal ULUMAN’dı, diğerini tanıyamadım. Bunlardan biri dişiyle ipi çözdü, bizi de kurtardı. Ufak bir duvardan atladım. Zor yürüyordum. Çok kan kaybetmiştim. Duvar dibine yatarken çocuklarım beni arıyormuş. Seslerini duydum, buradayım dedim. Yanıma geldiler, beni alıp Harmancıklı Elvan’ın evine götürdüler. Burada beni gördüler, tekrar dövdüler, tekrar bağladılar. Çok yalvardım, dinlemediler, dövmeye başladılar. Bazı komşular bağırtımı duyarak gelip araya girdiler beni hastaneye götürdüler... Hatice KALTAKÇI: Kalabalık bir grup evimin önüne geldi. Kocamı alıp götürdüler; önce bir bakkala, sonra bir kahveye soktular. Buradan çıkardılar, başıma bir torba geçirdiler, önlerine kattılar, sopalarla vurdukça düşüyordu. Ben korktum, bayıldım. Böyle devam etmişlerdi. Şehir dışına kadar hapishanenin arkasına çıkınca orada ölmüş, otların içine atmışlar. Kocamı beş gün aradım. Hastane morguna getirmişler, tanıyamadım. Tanınacak hal koymamışlardı... Halil COŞKUNER: SSK Hastanesi arkasında oturuyorum. Simel Beton Boru Fabrikasında çalışan işçiyim. Akşam üzeri eve geldim. Babam beni çarşıya gönderdi. Eve döndüm, yemeğe oturmuştuk. Kuruköprü yöresinden gelen bir grup evi sardı. ‘yakacağız’ dediler. Hemen camları kırmaya başladılar. Bunlar baba-oğul komünist dediler. Bizi önlerine aldılar, ellerinde tüfek ve tabanca vardı. ‘Yürü orospu çocuğu komünistler’ diye vuruyorlardı. Babamın kafası, yüzü kandı. Kuruköprü’de bir harabe eve soktular bizi, soydular. Babamda 4000 TL ile bendeki 50 TL’yi aldılar; bizi bağladılar. Kimisi ‘Bunları kafalarını keselim, kimileri gözlerini oyalım’ diyorlardı. Dışarıdan silah sesleri gelmeye başladı, bizi bırakarak kaçtılar. Bir jandarma iki polis bizi gördü, çözdüler ve hastaneye götürdüler. Hastanede bir polis ifademi alıyordu. Bana ‘Ulan doğru söyle orospu çocuğu’diye bağırıyordu. Korkumdan onun dediği gibi ifade verdim. (12) Kanlı Cuma: 4 temmuz sabahı, vali bir gün önce koyduğu sokağa çıkma yasağını kaldırdı. Faşistler ise halkı tahrik etmek için kendi adamlarını değişik camilere dağıtırlar. Cuma namazının bitiminde içeri girerek “Ey müslümanlar, solcular-Aleviler Milönü’ndeki Alaaddin Cami’ye bomba attılar. Cami yanıyor, namaz kılan müslümanları katlediyorlar” diye bağırırlar. Tahrik sonucu Cuma namazından çıkanlar eline ne geçirmişlerse topluca Milönü’ne koşarlar. Çorum’un değişik camilerinden binlerce tahrik edilmiş insan Milönü’ne yığılmıştır. TRT’nin Tahriki: TRT’de “Çorum’da Alaaddin Cami’sine patlayıcı madde atılması ve dışarıdan ateş açılması ile olaylar başladı.” Haberini aralıklarla sık sık vermektedir. Çorum’da da telsizlerle “Aleviler camiyi bombaladı” söylentisi yaygınlaşır. Evinde oturan tarafsız Sünniler istemeye istemeye yayılan dedikoduların etkisiyle Milönü’ne koşarlar. Oysa Alaaddin Cami’ye ne patlayıcı madde atılmış, ne de dışarıdan ateş edilmiştir. Çorum Cumhuriyet Savcısı Ertem TÜRKER, konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “Alaaddin Casi’sinin bombalandığı haberi olaydan bir saat önce bütün şehirde duyulmuştu. O sırada ben merkez jandarma karakolu’ndaydım. Cami bombalandı diye polis telsizi duyurdu. Bu telsizin hemen arkasından bir askeri telsiz duyuldu. Yüzbaşı Naiz ‘Bombalama olanağı yok, hangi polis bu haberi verdi?’ diye bağırıyordu.” Böyle bir haberi askeri yetkililer vermemiş, vali’de haberi doğrulayıcı veya yalanlayıcı açıklamada bulunmamış. TRT’nin Çorum muhabiri böyle bir haber vermediğini söylemektedir. Haberi yayan poliste ortaya çıkarılmamış. (13) Bu kasıtlı haber üzerine Çorum Halkının çoğunluğu Milönü’ne yığılmış, Milönü halkı ise korku sonucu kendi güvenliklerin için barikat kurmaya çalışmışlardır. Çorum’un tüm semt ve mahallelerinde silah sesleri, alevler yükselmektedir. Mahallelerde “İmdat... İmdat...” çığlıkları yürekleri parçalıyordu. O günün haberleri iç açıcı değildi. İskilip yolu üzerinde Yazı Mahallesinin çıkışında bir kadın 7 kişinin elleri bağlı olarak silahla öldürülmüş bulunur. SSK Hastanesinin morgunda 7 ceset bulunmaktadır. Ölü sayısı 17’ye çıkmış. Kimliği tespit edilenler: İsmail SOLMAZ, Veli SOLMAZ, Hasan BAĞZIK, Rıza CANDAN , Ahmet DOĞAN, Şükrü YALÇIN, Mehmet YILMAZ, Mehmet ŞAHİNCİ, Mustafa YILDIRIM, Aziz GÜNDOĞDU, Ali PAÇACI... Tanık BEKTAŞ: Beni evden alarak zorla Çukurörenli Karabebek adlı birinin evine götürdüler. 74 yaşında olduğumu, hacca gittiğimi, ibadetli bir müslüman olduğumu, 17 nüfuslu bir ailenin büyüğü olduğumu söyledim. Dinlemediler, gözlerimi bağlayarak küfürlerle tekmelemeye başladılar. İçlerinden biri müdahale ederek beni bıraktılar. Daha sonda torunum Bekir beni aramaya çıkmış. Onu da yakalayarak gözlerini, ellerini bağlamışlar, dayaktan geçirmişler, işkence etmişlerdi. Faşistlerin Kadına Saygısı: Kartal ailesi Alevidir. O gün kapılarını sıkı sıkıya kapatmış, korku içinde dışarıdan gelen sesleri dinlemektedirler. Çok geçmeden kapıları çalınır, camları kırılır ve “Dışarı çık, öldüreceğiz sizi” diye bağırırlar. Kapı kırılmak üzereyken, Satılmış KARTAL kapıyı açar, elleri sopalı, silahlı bir grup içeri dalar. Kargaşadan Satılmış KARTAL kendisini dışarı atarak bitişikteki apartmana gizlenmeye çalışır, Ama karısı Gökçen KARTAL’ı yerlerde sürükleyerek dışarı çıkarırlar. Gökçen KARTAL, orta yaşlı bir ev hanımıdır. Dövüle dövüle bir eve götürürler. Orada külotunu çıkararak sokakta sallamaya başlarlar. Sonra el ve ayaklarını urganla bağlayarak ev sahibi Süleyman ÜREYEN’le birlikte götürülür, işkence edilerek öldürürler. (14) Saldırı ve sarkıntılık nedeniyle adının açıklanmasını istemeyen bir kadın başından geçenleri şöyle anlatıyordu: “İki çocuğum ve komşu kadınla birlikte bir bodruma saklanmıştık. 25-30 kişilik bir grup bizi bodrumda buldular. ‘bunlarda s...min kızılbaşları’ diyerek bizi dövmeye dışarı çıkardılar. Zincirlerle ve sopalarla durmadan edep yerlerimize, memelerimize, vuruyorlardı. Yanan evimizin yanına getirdiler. Benimle beraber olan komşu kadın külotuna saklamış olduğu 17 bin lirayı belki bizi bırakırlar diye adamlara verdi. Yine bırakmadılar. Silahların dipçikleriyle vurarak bizi bir adamın evine teslim ettiler. Gecenin on ikisine kadar orada kaldık. Yüzü maskeli bir adam Ben kadınları almaya geldim’ diyerek bizi evden aldı. Komşu kadın ve yanımda iki küçük çocuğumla bizi bir bağ evine götürdüler. Orada bizi çırılçıplak soydular. ‘Sizi çırılçıplak heryerde gezdireceğiz’ dediklerinde korkudan altımıza ettik. Ancak bizi bırakmadılar. Çocukları bağ evinde bırakıp, bizi (iki kadın) başka bir yere götürdüler. Dört kişi nöbet tutar gibi değişerek geldiler... Ben bayılmışım. Onlarla durmadan kendimin Sünni olduğumu söyleyerek yalvarıyordum. Bırakmadılar. Ekmek filan yiyecek bir şey vermediler. Karşımızda bir bidona su koydular, çocuklar ağlıyor ve su istedi. ‘Kızılbaşları zaten susuz öldürüyorlar’ diyerek çocuğa bile su vermediler. Ertesi gün ikinci zamanı olmuştu. Bir ıslık sesi duyduk. Bunun üzerine yanımızdakiler kaçıp gittiler. Biz de oradan yürüyerek ayrıldık. Askerler teslim olduk...” (15) Polis Panzeri Ölüm Kusuyor: Polis panzeri ve arkasındaki üç sivil araba ile Çorum’da operasyona girişirler. Panzer, mahalleden geçerken hedef gözetmeden ateş açar, Hatun DURSUN isimli hamile bir kadın kafasından aldığı iki kurşun yarasıyla yaşamını yitirir. Öğretmen Hüseyin ÖZDEMİR ağır yaralanır. ÖZDEMİR, saldırıyı şöyle anlatır. “Ben saldırı günü arkadaşlarla birlikte Milönü’nde kahvede oturuyorduk. Birden bir panzer sesi duyduk, dışarı çıktık. Halk dışarıda toplanmıştı. Panzer hedef gözetmeksizin halkın üzerine ateş ediyordu. Halktan da panzere taş atmaya başladı. Mahallede bir süre dolaşarak panik yaratmaya çalıştı. Benim de içinde bulunduğum kalabalığa doğru ateş ederek gelmeye başladı. Nasıl ki, tank savaşta karşı tarafı tararsa, panzer de öyle ateş ediyordu. Baktım panzerin altında kalacağız, arkadaşlar kendimizi yol dışına atın diye bağırdım. Kendimi, yolun kenarında bulunan 1.5 metrelik bir çukura atarak çiğnenmekten kurtuldum. Bir müddet sonra arkadaşlar beni sağlık ocağına, oradan Çorum devlet hastanesine götürdüler.” (16) Tıp öğrencisi Süleyman ATLAS’da panzerde atılan kurşunla omuzundan yaralanır. Panzerdeki polisler yaralı öğrenciyi alıp SSK Hastanesine götürmek isterler, ancak orada bulunan kadınlar “Aman çocuğu vermeyin, Bunlar SSK’ya götürüp orada öldürecekler” diye bağırırlar. Polisler kararlı ve zorla yaralı Süleyman ATLAS’ı panzere alarak SSK Hastanesine götürürler. Bir gün sonra Süleyman ATLAS’ın işkenceyle öldürülmüş cesedi babasına teslim edilir. Katliam ve Köylüler: Kızılkaya Köyü Alevidir. Çorum katliamının acılı haberini radyoda duyarlar. Çorum’dan gelen komşularından öğrenirler. Çorum’da yakınları bulunmaktadır. Yakınlarının durumunu öğrenmek için Çorum’a gidenlerin yolu kesilir, rehin alınırlar. Bir daha da haber alınamaz. Köyün her evinde ağıt ve gözyaşları dinmiyor. Ama kayıplarını arayamıyorlardı. Çünkü yollar faşistlerin işgalindedir. Jandarmaya başvururlar. Köylülerin yanına 10 kadar jandarma verilir, tarlalarda ölülerini aramaya çıkarlar. Karşılaştıkları durum şöyle: “Mercimek tarlasına geldiklerinde tüyler ürpertici bir durumla karşılaşırlar. Paçacı’lara (Ali PAÇACI) ait traktör yarı yanmış vaziyette orada bulunmaktadır. Traktörün tekerleklerinden bir kısmı yanmış, yakıt deposu patlamış, arka göbek toprağa oturmuştur. Traktör ve toprak arasında yarı yanmış durumda baba Ali PAÇACI’nın cesediyle karşılaşırlar. Cesedin bir çok yerinde kesici aletlerle meydana gelmiş yaralar mevcuttur. Özellikle boyun arka kısmında bulunan, boyuna yarı yarıya indirilmiş bir darbe kafayı öne düşürmüştür. Oğlu Veysel’inde işkence edilerek öldürülmüş cesedi bulunur. Arpa tarlası içinde başka bir ceset daha bulunur. Çorum’un birinci olayından beri kayıp olan Yoğunpelit Köyü’nden Musa KİREÇLİ’nin her tarafına kurt düşmüş ve kokuşmuş cesedi bulunur. Yaydığı köprüsü civarında şoför Ali GÜNDOĞDU ile tarla sahibi Rıza AYVAZ’ın kolları kesilmiş, kafa derisi yüzülmüş cesetleri ile; Salman adlı bir kişinin başı kesilerek öldürülmüş cesedi; Ali TEKEL’in bacanağı Selman ESER’in kafası kesilmiş, ayaklarından asılmış cesedini bulunlar...” (15) Tanık Abbas AŞAN: Olay günü karayollarından maaşımı aldım, köyüme dönüyordum. İkizler Benzinliği yanında bir grup beni yakaladı. Sopalarla dövdüler, üzerimdeki 9 kin lirayı aldılar. Beni bağladılar. Kömür deposu yanında üstü açık mandıra olarak yapıldığını bildiğim yere götürdüler. Oraya vardığımda çeşitli yerlerinden yaralı, dayak yemiş 6-7 kişi daha vardı. Onları da bağlamışlardı. Bunlardan daha sonra ölün Hüseyin ŞİRİN’le beni sırt sırta bağladılar. İkimizede tekrar vurmaya başladılar. Biz kendimizden geçmiş durumda yerde yatıyoruz. Tanımadığım bir kaç kişiyi nöbetçi bırakıp gittiler. Geceyi öğlece geçirdik. Sırtımda bağlı Hüseyin ŞİRİN’in öldüğünü anladım. Çünkü hiç hareket etmiyordu. Tahminen gece yarısı ölen Hüseyin’i sırtımdan çözdüler. Tekrar alimi ayağımı bağladılar. Hüseyin’i de “Bu ölmüş atalım ekinlerin içine” diye alıp götürdüler. Sabah olmuştu gün ağırmıştı. Caniler beni ve yaşar ÖLMEZ’i ikizlerin benzinliğinin altındaki asfalta götürdüler. Orada ikimizi yatırarak tabancayla ateş ettiler. Beni kafamdan, Yaşan ÖLMEZ’i kolundan vurdular. Öldü zennederek bırakıp gittiler. Tanımadığım bir kaç kişi gelip bizi bekçilere gösterdiler. Onlar polis çağırdı, hastaneye götürüldük. (18) Sivillerin Şovu: Çorum’da faşistler insan avının peşindeler. Apartman çatılarında uzun menzilli silahlarla solcu-Alevilerin evlerini tarıyorlardı. Sokak ve mahallelerde solcu ve Alevilere ev ve işyerleri yakılıyordu. Ev ve sokaklarda insanları toplayarak esir kamplarında işkence ediliyordu. Telefon, su şebekeleri kesik. Kimi polisler resmi elbise ve silahlarıyla faşist grupla birlikte halka ateş ediyorlardı. Onlarca ölü, yüz binlerce yaralı. İkiye bölünmüş Çorum... Böyle bir ortamda İçişleri Bakanı Mustafa GÜRCÜGİL, Jandarma Genel Komutanı Sedat CELASUN, Emniyet Genel Müdürü İsmail DOKUZOĞLU helikoplerle Çorum’a gelirler. Kent üzerinde bir kaç dönüşten sonra vali, Emniyet Müdürü ve askeri yetkililerle görüşür, aynı helikopterle Ankara’ya dönerler. İçişleri Bakanı mustafa Gürcügil, dinlemek üzere Antalya’ya giderler. Antalya’da basına şu ilginç açıklamayı yapar: “Çorum olayları solun bir tertibidir ve devleti yıkma eylemlerinden biridir. Devlete destek düşüncesiyle hareket eden sağ bir grup, bunların karşısına çıkmıştır. Aslında siyasi gayeli ve siyasi gayeli ve siyasi hedefli olan sol gruptur..(19) Süleyman DEMİREL (Başbakan): “Eğer bu fitne CHP’den destek görmezse, devlet bu fitneyi çok kısa bir zamanda söndürür. CHP neyi söylemeye çalışıyor. Günlerdir bu meseleyle uğraşıyoruz... Bu hadiselerin arkasında CHP var..(20) Bülent ECEVİT: “....olayı sağ militanların başlattığı bilindiği halde iktidar bunu saklayıp bir komünistlik tehlikesi varmış görüntüsünü vermeye çalışmaktadır. Hükümetin Çorum’daki olaylarda da taraf olduğu, taraflardan biriyle birlik olduğu ve onların suçlarını örtbas etmeye çalıştığı ortadadır...”(21) Siyasiler, Malatya, K.Maraş, Sivas, katliamı gibi, Çorum katliamınıda kapatmaya çalışıyorlardı. Çorum katliamını başlatan faşist örgütler, katliamı planlayan ve destek veren perde arkası güç ve örgütler ortaya çıkarılmamıştır. Alevi-Sünni; sağ-sol çatışmasıyla kılıflayarak dosya kapatılmıştır. Çorum Katliamının Bilançosu : 57 ölü, 200’ün üstünde yaralı; 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle noktalanmıştır. KAYNAK :
- ) Cüneyt Arcayürek: Darbeler ve Gizli Servisler, Sf: 221
- ) Çorum Gazetesi: 23.07.1980
- ) Sadık Eral, Anadolu’da Alevi katliamı, Sf: 88
- ) Sadık Eral, a.e.g. Sf:94
- ) Cumhuriyet Gazetesi, 02.06.1980
- ) Nokta Dergisi, Sayı: 22 (08.06.1986)
- ) Sadık Eral, a.e.g. Sf: 103-105
- ) Cumhuriyet Gazetesi, 08.06.1980
- ) Hürriyet Gazetesi, 05.06.1980
- ) Aydınlık Gazetesi, 09.07.1980
- ) Çorum Gazetesi, 24.07.1980
- ) Çorum Gazetesi, 26.07.1980
- ) Sadık Eral, a.eg. Sf: 129
- ) Nokta Dergisi, Sayı: 22 (08.06.1980)
- ) Sadık Eral. a.e.g. Sf: 159
- ) Çorum Gazetesi, 31.07.1980
- ) Sadık Eral, a.e.g. Sf: 151, Aydınlık Gazetesi, 08.07.1980
- ) Çorum Gazetesi, 30.07.1980
- ) Cumhuriyet Gazetesi, 14.07.1980
- ) Cumhuriyet Gazetesi, 11.07.1980
- ) Milliyet Gazetesi, 11.07.1980
MALATYA KATLİAMI
Malatya’da meydana gelen olayları değerlendirmeden önce, bu kentin siyasi ve inançsal yapısının bilinmesinde yarar vardır. 1990 genel nüfus sayımına göre Malatya’nın nüfusu 702.055’dir. Kent nüfusunun yüzde 30’unu Alevi, yüzde 70’ini Sünni topluluğu oluşturmaktadır. Alevilerin yoğunlukta olduğu ilçeler Arguvan, Arapgir, Doğanşehir, Akçadağ, Hekimhan’dır. Yeşilyurt ve Darende ilçelerinde ve köylerinde yerleşik Alevilerin sayısı azdır. Pütürge’de ise Alevilerin yerleşik olduğu yalnızca dört köy bulunmaktadır. Malatya merkezinde Alevilerin yoğun olduğu mahalleler, Başharık, Gürsel, Çavuşoğlu, Özalper (Samanharkı), Çilesiz, Fırat, Küçük Mustafapaşa, Samanlı, Ata, Aşağıbağlar’dır. Diğer mahallelerde az sayıda Alevi yerleşiktir. Malatya’nın siyasi yapısının zaman dilimi içinde önemli değişimler yaşamış olduğunu görürüz. 1946’da çok partili döneme geçilmiştir. Kurulan siyasi partilerden biri DP’dir. DP halka yapılan baskıların ve yoksulluğun karşısında olduğunu belirterek özgürlüklerin savunuculuğunu yapıyordu. Aleviler, Osmanlı’dan beri horlanmışlar, baskı ve katliamlarla karşılaşmışlardır. DP’nin özgürlük söylemlerine inanan Aleviler, 1950, 1954 ve 1957 yıllarında yapılan milletvekili genel seçimlerinde oylarının yaklaşık olarak yüzde 70’ini DP’ye, kalanını da CHP’ye veriyorlardı. Sünni topluluğunun büyük çoğunluğu (yüzde 70) ise, İsmet İnönü’ye tutkularından dolayı oylarını CHP’ye veriyorlardı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle DP kapatıldı. 1961 Anayasası hazırlandı. 1961 Anayasası bazı yenilikler, temel hak ve özgürlüklere ilişkin önemli düzenlemeler içeriyordu. Buna bağlı olarak memurlar örgütlenmeye başladılar. Sivil örgütlerin içinde nicel ve nitel olarak en önemlisi, öğretmenlerin kurduğu TÖS’dü. TÖS’e üye öğretmenlerin tümüne yakını solcu ve demokrattı. Köylerde genellikle TÖS üyesi öğretmenler çalışıyordu. Bu arada, demokrasi ve emek yanlısı TİP’in de yandaşları çoğalıyordu.  1950’li onyıl boyunca DP’ye oy veren Aleviler, bu kez sol partilere yöneldiler. 1965 milletvekili genel seçimlerinde Alevilerin çoğunluğu CHP’ye, bir bölümü de TİP’e oy verdi. Önceki seçimlerde CHP’ye oy veren Sünni topluluğu, bu kez DP’nin devamı olan AP’yi ve diğer sağ partileri desteklemeye yöneldi. Böylece Malatya’da siyasal yapılanmanın üzerinde bulunduğu zemin sürekli değişiyordu. 1973 milletvekili genel seçimlerinde MSP, 29.139; AP, 20.224; MHP, 2.686 ve CHP, 64.442 oy almışlardı. Görüleceği üzere, çalkantılı yılların başlarında, siyasal İslâmcıların ağırlıklı olduğu MSP kentte önemli ölçüde taban oluşturmuştu. Bu siyasal gelişmeler sağ-sol ayrışımını da birlikte getirdi. Sağ siyasi iktidarların (1950’den günümüze sağ partiler iktidardadır) desteğiyle kurulan ve korunarak geliştirilen Komünizmle Mücadele Dernekleri, Ülkü Ocakları, Akıncılar Derneği gibi sağ dernekler güçlenirken; karşıt sol örgütler de oluşuyordu. Bu ideolojik örgütlenmeler, giderek karşılıklı çatışmalara dönüştü. Sağ örgütler, genellikle dini kullanarak karşıtlarına saldırıyorlardı. Sol örgütler ise, “Demokrasi, eşitlik ve özgürlük” söylemiyle taban oluşturmaya çalışıyorlardı. Siyasal ayrışım körüklendikçe Aleviler sol partilere, özellikle CHP’ye blok halinde oy vermeye yöneldiler. 1977 milletvekili genel seçimlerinde CHP, 99.107; AP, 32.224; MSP, 38.516; MHP, 17.371 oy aldılar. (1) Bu seçimlerde MHP ve MSP’nin oyları büyük artış göstermiştir. Türkiye genelinde sağ siyasal iktidarlar tarafından körüklenerek geliştirilen ideolojik ayrışımın yoğunlaştığı illerden biri Malatya’dır. Malatya’da Alevi-Sünni ayrışımı yaratmak amacıyla “Mum söndü” tiyatro getirerek Aleviler küçük düşürülmeye çalışıldı. Nitekim Alevilerin bu oyuna tepkileri sert olmuştu. Camilerde de Alevilere yönelik horlayıcı, suçlayıcı vaazlar veriliyordu. “Türk-İslam sentezi” doğrultusunda konferanslar, paneller düzenleniyor, ırk ve inanç ayrılığı körükleniyor, bu ayrımlar üzerinden saldırılar tertiplenmeye çalışılıyordu. Gelişmelerde, ABD’nin gönderdiği “Barış Gönüllüleri”nin de oldukça önemli etkileri olduğunu belirtmek gerekiyor. ABD, Sosyalist Blok’un gelişmesini kendine yönelik bir tehdit olarak algılamış, bunun karşısında da bazı ülkeleri öncü karakol olarak kullanmayı amaçlamıştı. Türkiye, Sovyetler Birliği’yle karadan ve denizden komşuydu. Bu yüzden, Türkiye ABD için önemli bir ileri karakol işlevi üstlenebilirdi, ancak bunun için Türkiye’nin Sovyet nüfuzuna girmesini önleyecek tedbirler almak gerekmekteydi. Türkiye’deki devrimci gelişmeler ve örgütlenmeler, bu amaçla engellenmeye çalışıldı. Devrimci ve demokrat kitle örgütlerinin karşısında duracak ırkçı-şeriatçı örgütlenmelere yönelindi. Bununla da yetinmeyen ABD, özel yetiştirilmiş uzmanlarını Barış Gönüllüleri adıyla Türkiye’ye göndermeye başladı. Barış Gönüllülerinin, Türkiye’deki feodal, etnik ve mezhepsel (Alevi-Sünni, Kürt-Türk) ayrışımın yoğun olduğu bölgelerde (Doğu, İç ve Güneydoğu Anadolu) çalışması isteniyordu. Her türlü gereksinmeleri karşılanan Barış Gönüllüleri, istenilen bölgelerde görevlendirildiler. Barış Gönüllüleri, Türkiye’de ne iş yapacaklardı? Gelişlerinin nedeni gerçekten barış için olamazdı, çünkü Türkiye’de o dönem iç savaş yoktu. Eğer barış istiyorlarsa öncelikle kendi ülkelerine baksınlardı. ABD’deki Kızılderililere yönelik baskı ve soykırımına engel olsunlar, kendi ülkelerinde iç barışı sağlasınlar, Vietnam’a ve Kore’ye asker gönderilmesini engellesinlerdi. Elbette, kendi ülkelerindeki olumsuzlukları görmezlikten gelerek Türkiye’de barışı sözümona sağlamaya gelmelerinin altında gizli bir amaç bulunmaktaydı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da feodal yapının halen önemli ölçüde devam ettiğini iyi bilen ABD, bu bölgelerdeki aşiretler, inançsal topluluklar arasındaki çelişkileri saptamaya çalışıyordu. Barış Gönüllülerinin bir bölümü Malatya’da çalışmaya başladı. Öncelikle Alevilerle Sünnilerin iç içe yaşadığı ve yoğunlukta olduğu ilçelerde çalışmayı yeğlemişlerdi. Barış Gönüllülerinin çalışmalarından kuşku duyan Akçadağ’ın köylerinden bir grup (Süleyman Kırteke, Reşoali Erdoğdu, Köse Polat, Teslim Töre ve arkadaşları) ortak bildiriyle tepkilerini duyurmaya çalıştılar, ama tutuklanarak cezaevine konuldular. Malatya Ağır Ceza Mahkemesinde, 1969/158 nolu dosyayla yargılanan bu kişiler, daha sonra beraat ettiler. Malatya'daki gerici ve ırkçı saldırılar, Barış Gönüllülerinin Malatya'da çalıştıkları dönemde başlamıştı. Böylece ideolojik ve inançsal ayrışım saldırıya dönüştü. Aşağıda, bu saldırılardan birkaç örnek, çeşitli boyutlarıyla ele alınacak. Kemal Abbas Altunkaş olayı (1968) Kemal Abbas Altunkaş, 27 Mayıs 1960'da Tunceli'de Milli Eğitim Müdürüdür. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrası Nevşehir'e öğretmen olarak atanır. Bir süre sonra Malatya Turan Emeksiz Lisesine edebiyat öğretmeni olarak gelir. Kemal Abbas, güzel şiir okur, hoş sohbetlidir. Nurculara karşı tepkiseldir ve tepkisini her ortamda çekincesiz göstermektedir. Malatya'da kısa sürede çevre edinir. En yakın arkadaşlarından biri, CHP İl yönetiminde bulunan Turan Akyol'dur.(Daha sonra MSP'den Malatya milletvekili seçildi.) Kemal Abbas, Turan Akyol'un babasına ait Fırat Palas Oteli’nin boş bir odasında özel ders vermeye başlar. 1967-68'de Malatya'da sağ-sol ayrışımı keskinleşmeye, saldırılar yaşanmaya başlar. Kemal Abbas, hem TÖS'ün üyesi, hem Tuncelili ve Alevi kökenlidir. Sağ örgütler, Malatya'da Alevi-Sünni ayrışımını körüklemek için her yöntemi denemektedirler. Kemal Abbas'ı hedefleyen bir plan hazırlanır. Kemal Abbas'ın özel ders verdiği öğrenciler arasında sağ görüşlü, Yakınca kasabasında yoksul ve problemli bir ailenin çocuğu olan Kenan Çırak da bulunmaktadır. Irkçı örgütler çıkar karşılığında Kenan Çırak'ı piyon olarak seçerler. Kamuoyunu etkileyecek olayın senaryosu hazırlanır. 18.01.1968 günü akşamıdır. Kemal Abbas, özel ders verdiği öğrencileri için otele gelir, ders notlarını alarak odasına çıkar. Kenan Çırak da gelmiştir. "Hocam kahve mi, çay mı içersiniz?" diye sorar. Kemal Abbas, "Sade bir kahve ve su getir" yanıtını verir. Tepsi üzerinde kahve ve su gelir. Kemal Abbas, bir yandan kahvesini yudumlamakta, bir yandan da o günün ders konusunu anlatmaktadır. Kahve bitmiştir, Kemal Abbas derin bir dalgınlığın içinde uyur gibidir. Bir süre sonra Kenan Çırak, Kemal Abbas'ın kesik erkeklik organını elinde sallayarak dışarıya fırlamış ve "Bana tecavüz etmek isterken uzvunu kestim..." diye sokakta bağırmaya başlamıştır. Bunun üzerine otel katibi Kemal Abbas'ın bulunduğu odaya girer. Kemal Abbas, somyanın üstünde dalgın dalgın oturmaktadır; yere akan kan pıhtılaşmıştır. Gel gör ki Kemal Abbas, acı duyduğuna ilişkin herhangi bir belirti vermediği gibi, yerinden dahi kıpırdamamıştır. Otel katibi karşılaştığı acılı olayı polise ve ailesine bildirir. Kısa bir süre içinde Kemal Abbas, Kayseri Tıp Fakültesine yetiştirilmek üzere karayoluyla yola çıkarılır. dört saat sonra Kayseri Tıp Fakültesine ulaştırılır. Olayın üzerinden beş saat gibi uzun bir süre geçmiştir. Bunca süreye karşın Kemal Abbas halen baygın ve gelişmelerden habersizdir. İlk müdahale sırasında yapılan tahlil sonuçlarına göre, uyuşturulduğu ve halen uyuşturucunun etkisinin geçmediğini belirten rapor verilir. Kayseri’de, İstanbul'daki Tıp Fakültelerinden birine acilen yetiştirilmesi gerektiği söylendiği için, hemen karayoluyla İstanbul'a hareket edilir. İstanbul'da da, uyuşturulduğuna dair rapor verilir. Fırat Palas Oteli’nde meydana gelen olaydan 15-20 dakika sonra yüzlerce sağ görüşlü kişi hükümet binasının önünde gösteri yapmaya başlamıştır. Aynı anda, olayın ayrıntılarıyla yer aldığı sağ görüşlü Beydağı Gazetesi de mahallelerde, kahvelerde dağıtılmaktadır. Oysa, Beydağı Gazetesinin matbaasının makinesi eski tip, el dizgilidir. Böyle bir haberin elle dizgisinin yapılması için en azından 5-6 saat zamana gereksinme vardı. Demek ki, hazırlanan senaryonun doğrultusunda haber çok önceden dizilerek hazırlanmıştır. Sağ örgütler, olayı protesto etmek amacıyla bir miting düzenleme kararı alır. Bu yönde hazırlıklar sürerken; Alevilere ait ev ve işyerlerinin işaretlendiği görülür. Saldırı duyumunu alan Aleviler, güvenlikleri için belirli noktalarda nöbet tutmaya başlar. Malatya'nın cadde ve sokakları insanlarla dolmuştur. En ufak bir kışkırtma ve tartışmanın yüzlerce insanın ölümüne neden olabileceğı bir gerginlik hüküm sürmektedir. Mitingin iptali için, Malatya Valiliğine, Savcıya, Başbakana, Cumhurbaşkanına ve İçişleri Bakanına telgraflar çekilmeye, telefonlar edilmeye başlanır. Şehir merkezinde alınmış olan olağanüstü güvenlik önlemleri de artırılmıştır. Valilik, mitingin güzergahını değiştirerek şehir dışına taşır. Bu gerginlik birkaç gün devam eder. Malatya'da bu olumsuz gelişmeler olurken; Milli Eğitim Bakanı, Kemal Abbas'ı açığa alır. Kemal Abbas'ın avukatları, açığa alınmanın yanlı bir soruşturmanın sonucu olduğunu ileri sürerek Danıştay'a dava açarlar. Danıştay 5. Dairesi, gerekli belgeleri değerlendirerek E:1969/2553, K:1970/1957 ve 05. 05. 1970'de, olayın tertip olduğunu belirtir ve açığa alınma kararını iptal eder. Kemal Abbas'ın davası, güvenlik gerekçesiyle Samsun'a nakledilir. Samsun sorgu yargıcı, E:1969/22, K:1969/216 sayılı ve 18. 11.1969 günlü kararıyla olayın komplo olduğuna karar verir. Daha sonra Samsun Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davada Kenan Çırak ağır hapis cezasına çarptırılır. Hekimhan Olayı (1968) Hekimhan’ın AP’li Belediye Başkanı Ali Akyüz ile AP İlçe Başkanı ve İl Genel Meclisi Üyesi Turan Garipağaoğlu'nun öncülük ettiği sağcı militanlar, 15 Aralık 1968'de Hekimhan Lisesi'nde görevli sol görüşlü öğretmenlere ve öğrencilere "vurun Alevilere, komünistlere" sloganı eşliğinde, cop ve şişelerle saldırırlar. Çok sayıda öğrenci yaralanır. Lisede görevli 13 öğretmen, jandarmanın gözetiminde okuldan alınarak Malatya'ya götürülür. Daha sonra bu öğretmenlerden solcu ve Alevi olanlar kar-kış demeden değişik yerlere sürgün edilirler. Birçok öğrenci de okuldan uzaklaştırılır. (2) 2 Şubat Mitingi (1975) Devlet destekli ırkçı-şeriatçı örgütlerin mensuplarının, gözlerini kırpmadan karşıtlarını öldürdüğü yıllardı 1970’ler. Bireysel saldırılar ve öldürmeler giderek toplu saldırılara dönüşüyordu. Yoğunlaşan faşist saldırıları kınamak, devlet yetkililerini uyarmak amacıyla Malatya'daki demokratik kitle örgütleri bir araya gelir ve "Faşizmi protesto” adıyla bir miting düzenleme kararı alırlar. Gerekli yasal işlemler tamamlanır ve izin alınır. 2 Şubat 1975 günü İnönü Caddesi’nin üzerinde bulunan Kız Meslek Lisesi'nin önünde on bin kişi toplandı. Yürüyüş sırasında yolda katılanlarla yürüyüşçülerin sayısı 30 bine ulaşmıştı. Yürüyüş halindeki kitle, güzergah üzerindeki binalarda oturanlar tarafından alkışlanıyordu. Disiplinli, sessiz ve çok katılımlı yürüyüş korteji Atatürk Anıtı'nın önüne geldi. Saygı duruşundan sonra dağılınacağı sırada, ortaya Ülkü Ocaklı bir grup çıktı. Tahrik edici slogan ve küfürlerle hakaret etmeye başladılar. Bu sırada emniyet güçleri dağılmakta olan topluluğa copla saldırarak miting alanını savaş alanına dönüştürdüler. 22’si ağır olmak üzere aralarında kadın ve çocukların da olduğu yüzlerce kişi yaralandı. Saldırı sonrası ülkücüler polisleri omuzlarına almış alkışlıyorlardı. Polislerin saldırısında ağır yaralananlar şu isimlerden oluşuyordu: Aziz Maho (öğretmen); Aziz Takçi (öğretmen), Ali Şahabettin Aktaş (ilköğretim müfettişi), Ramazan Şimşek (öğretmen), Şeyho Kızıldağ (öğretmen), Yusuf Bayram (öğretmen), Hasan Doğan (öğretmen), Hüseyin Nacar (öğretmen), Hasan Sönmez (öğretmen), Hasan Çınar (öğretmen), Hüseyin Gökbulut (öğretmen). Selahattin Toy (halktan), Erdal Bozkurt (halktan), Mustafa İçöz (halktan), Yusuf Akdağ (halktan), Hüseyin Özçelik (halktan), Mustafa Yılmaz (avukat), Mehmet Balarısı (köylü), İlyas Zengin (köylü), Kemal Atalay (köylü), Ali Kaya (köylü). (3) 15-16 Şubat olayları (1975) TÖB-DER, öğretmenlere yapılan baskıları, sürgünleri ve öğretmenlerin özlük sorunlarını görüşmek amacıyla 15 Şubat 1975'de 57 ilde kapalı salon toplantısı yapılmasını kararlaştırır. Kapalı salon toplantılarının yasal kurallara uygun izinli yapılması da TÖB-DER’ce karara bağlanır. Alınan kararlar, şubelere bildirilir. TÖB-DER Malatya Şubesi, bu karar doğrultusunda valiliğe başvurarak gerekli izni alır. Hazırlıklara başlanır. Devletin siyasi güçleriyle iyi ilişkiler içinde olan ve her yerde taşeron olarak kullanılan ırkçı-şeriatçı örgütler, TÖB-DER'in toplantılarını engellemek, olay çıkarmak, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrışımı yaratmak amacıyla planlar hazırlamaya koyulur. Faşistlerin saldırı hazırlıklarıyla ilgili bilgiler ve haberler yaygılaşınca; TÖB-DER Malatya Şubesi yöneticileri, Malatya Barosu Başkanı Turan Fırat, CHP İl Başkanı ve bazı duyarlı kişiler, Vali Sadullah Verel'i ziyaret ederek duyumlarını, kaygılarını iletirler. Vali, "Ben on ayrı kaynaktan bilgi topluyorum. Böyle bir saldırının olacağına dair en ufak bilgi edinmedim. Böyle bir saldırının olması düşünülemez. Devlet güçlüdür, her şeyin üstesinden gelecektir" yanıtını vermiştir. Malatya Valisine ne gibi bilgilerin verildiği bilinmiyordu; ama TÖB-DER toplantısının yapılacağı 15 Şubat günü, faşistlerin kentin belirli semtlerinde toplanmaya başladığı görüldü. Toplananlar bir süre sonra saldırıya geçtiler. Saldırganların bir kolu, Elazığ Caddesi üzerinde bulunan vali konağını sarar. Taşlarla konağın camlarını yerle bir ederler. Valiye ve eşine yakışıksız sözler edilir. Vali Sadullah Verel ve eşi, konağın balkonuna çıkarak ellerinin başparmağını havaya kaldırır ve "Biz de Müslümanız!" diye bağırırlar. Saldırganlar bu “itiraf”la yetinmez ve Vali ile eşinin kelime-i şahadet getirmesini isterler. Bunun üzerine Vali ve eşi "kelime-i şahadet" getirirler, hem de birkaç kez tekrarlayarak... Saldırganların eylemlerinde kararlı olduğu görülür. Oradan şehir merkezine doğru yürüyüşe geçerler. Karşılarına çıkan ve solcu bildiklerine ait olan işyerlerini yağmalarlar ve yakıp yıkarlar. Saldırganların bir kolu, Belediye binasının önüne toplanmıştır. Bu grup, yürüyüşe geçtikleri Fuzuli Caddesi üzerinde bulunan CHP İl binasına, bazı basın organlarının bürolarına ve TÖB-DER binasına saldırırlar. Aynı cadde üstünde karakolu bulunan Toplum Polisi, barikat kurarak saldırının yaygınlaşmasını engellemeye çalışıyordu. Saldırganların başka bir kolu da, Samanpazarı denilen meydanda toplanarak Cezmi Kartay Caddesi üzerinde bulunan Alevilere ait işyerlerini yağmalamaya, yakmaya yöneldi. Başka bir kol da PTT binasının bulunduğu yöne doğru yürüyüşe geçti. Saldırı ancak akşama doğru askerlerin müdahalesiyle denetim altına alınabildi. Saldırının birinci günü böyle noktalandı. Saldırı, ikinci gün olan 16 Şubat’ta, daha acımasız ve daha yıkıcıydı. Birinci gün yağmalanan ve yakılan işyerlerinin sahipleri, zararlarını tespit etmeye, kırılan ve yıkılan yerlerini onarmaya çalışıyorlardı. Saldırganlar da yeni bir saldırının hazırlığı için Belediye ve Samanpazarı Meydanında toplanmaya başladılar. Ortalıkta polis görünmüyordu. Toplanan saldırganlar, yine kollara ayrılarak yürüyüşe geçtiler. Önceden belirlenen solcu ve Alevilere ait işyerlerini yakmaya giriştiler. Bir gün önce saldırma imkanı bulamadıkları CHP ve TÖB-DER binasının kapılarını, camlarını ve tüm eşyalarını yerle bir ettiler. Saldırı giderek mala zarar vermekten cana zarar vermeye dönüşüyor, çatışmalar ve yaralamalar görülmeye başlıyordu. İşte ancak o zaman askeri birliklerden yardım istendi. Akşama doğru saldırı güçlükle denetim altına alınabildi. İki günün bilançosu, bir ölü ve 29 ağır olmak üzere 220 yaralıydı. Yaralananların çoğunluğu Alevi ve sol görüşlü işyeri sahipleriydi. Tanıklar anlatıyor: Hasan Bozkurt (işçi): "Saat 16 sıralarıydı, evime gidiyordum. Cezmi Kartay Caddesinde, karşıdan gelen büyük bir kalabalıkla karşılaştım. ‘Kahrolsun Ecevit, komünist Ecevit, başbuğ Türkeş’ diye bağırıyorlardı. Hızla geldiler, ben de bunların arasında kaldım. Bu sırada karşı bir grup belirdi ve Cezmi Kartay Caddesi, birden bire cehenneme döndü... Kalabalığın arasında, şimdi burada çiftçilik yapan eski AP Milletvekili Hamit Fendoğlu'nu gördüm. MHP İl Başkanı Şerif Dursun'la birlikteydiler. Kavgalara bunlar da katıldılar. Kalabalıktan bazı kişilerin elinde kurt resmi vardı. “Ortalık makineli tabancaların sesiyle yankılanıyordu. Çatışmaya başladılar. Caddede korkunç bir kavga başlamıştı. Tabanca mermileri ve taşlar yağıyordu. Sopalar inip kalkıyordu. Bu sırada bir grup, Doğan Palas ve Tüccarlar Klubü Oteli'ne yöneldi. Sahipleri CHP'li olan bu oteller kısa zamanda tamamen tahrip edildi. Bir başka grup da TÖB-DER merkezi ile altında bulunan beş dükkanı aynı şekilde tahrip edip, içeride taş üstünde taş bırakmamışlardı. Beydağı, Halk Postası ve Güneş Gazetelerinin idarehaneleri de aynı akıbete uğradı. Çoğunu tanımıyordum. Ben Malatyalıyım, hemşehrilerimin çoğunu tanırım. En azından aşinalığım vardır. Bu memlekette herkesin birbirine göz aşinalığı vardır. Fakat, hadiseyi çıkaranların çoğunu tanımadım. Bunlar, herhalde Malatyalı değillerdi. Başka yerlerden gelmişlerdi..." (4) Cafer Erkul (35 yaşlarında gazete satıcısı): “Bildiğiniz gibi benim kulübem İş Bankasının tam önünde, karşımda Ziraat Bankası var; şu kenardaki de Garanti Bankası, PTT binası da karşımda. Emniyetin en çok güvence altında bulundurması gereken bir alan. İşte burada saldırıya uğradım. Ben Malatyasporluyum ve aynı zamanda CHP'liyim. Kulübemde Ecevit'in resimleri ve kitapları vardı ve satıyordum. Saldırıdan önce bana geldiler ve ‘Sen şu kitap ve resimleri satma. Sana istediğin kadar para veririz’ dediler. ‘Ben inancımı parayla satacak adam değilim‘ dedim. “Nihayet 15. 02. 1975 günü saat 13-14 sıralarında 06 plakalı beyaz bir arabayla Dr. Muhittin Turgut, yanında bulunan birkaç kişiyle geldi. Şu kenarda durdular. Ben de yeni yemek getirtmiştim, daha bir lokmasını ağzıma almadan kulübe taş ve sopalarla sallanmaya başladı. Kafama, sırtıma bıçaklar inip kalkıyordu. Kulübe dar olduğu için çıkamıyordum. Tahrayla kapıları kırarak beni dışarı çıkardılar. Elden ele verdiler. Tam 17 bıçak yemişim. Nasıl kurtulduğumu bilmiyorum. Bir uyandım ki Sigorta Hastanesinde serum veriliyor. Yanımdaki karyolada da anam yatıyordu. Anam benim öldüğümü duyunca kriz geçirmiş ve komaya girmişti.” -Emniyet’te kimse yok muydu? -Tek kişi olsaydı onların hepsini yakalardı. Kimse ortalıkta yoktu. -Zararın ne kadar? -Biz 4-5 kardeşiz. Çok fakiriz. 28 yıllık emeğimizi bu kulübeye yatırmıştık. Daha o gün 3500 TL borç ederek Tekel’den sigara almıştım ve satıyordum. Şöyle böyle 28-30 bin lira kadar zararım oldu. Oldu değil yok oldum. İnan ki tek çivi dahi bırakmamışlar. Sigara, para, kitap, dergi ne varsa hepsini alıp götürmüşler, yırtmışlar. Anlamadığım nokta, bunu Müslümanlık adına yapıyorlarmış. Müslümanlıkta böyle talan, hırsızlık var mı ki? Kıbrıs'taki EOKA'cılar dahi bunlardan merhametliydiler. Bunların gözleri dönmüştü, talancıydılar. Bir yanda Müslüman Türkiye diye bağırırlarken, diğer yanda hırsızlık, talan, adam öldürmeye girişiyorlardı. Ata Yıldırım (50 yaşlarında berber): "Benim dükkanım Fuzuli Caddesinin üzerinde ve Hükümet Binasının arkasındadır. Karşımda ve caddenin öbür kenarında da Toplum Polisinin binası var. Ayrıca dükkanımın önünden bir yol da CHP binasına doğru gider. Yani dört yol ağzındayım. “Babam imamdı. Ben de uzun süre imamlık yaptım, sonra berber oldum. O saldırıyı görünce her şeyimden utandım. Hiçbir din bu çapulculuğa, tahribe ve ayrıcalıklara müsaade etmez. Bunların yaptıklarının din ve insanlıkla ilgisi yoktu. Gözleri dönmüştü, ne yaptıklarını bilmiyorlardı. “Dükkanımda oturuyordum. 16. 02. 1975 günü saat 13 sıralarında Belediyenin önünde bir grup saldırgan bağırarak Fuzuli Caddesinden yukarıya doğru (TÖB-DER Lokaline) yürümeye başladılar. Tam Toplum Polisinin binası önüne gelince içlerinde birisi bağırarak ‘Önce şu solcu CHP binasını tahrip edelim, sonra TÖB-DER'e gidelim’ dedi. Ve kalabalık, CHP binasının, Beydağı, Halk Postası ve Güneş Gazetelerinin camlarını kırdıktan sonra geri döndü. Aynı polislerin yanından geçerek TÖB-DER Lokaline doğru gittiler. Bu kalabalık içinde Paşa Camii'nin imamı da vardı. Ve bağırıyordu. Hatta bir jandarma astsubayının, durumu görünce polislere dönerek ‘Utanmıyor musunuz, bu nedir?’ diye bağırdığını duyduk, tabii polisler de duydu. CHP binasıyla Hükümetin arası 29-30 metre bile yok. “Gördüklerimi Malatya Milletvekillerine anlattım. Halkı tahrik edenlerin başında bazı imamlar geliyordu. Emniyet ve Vali tamamen göz yumuyordu. Yoksa 10-15 polis hepsini dağıtabilirdi.“ Haydar Karagöz (20-25 yaşlarında, gazete satıcısı): “Benim kulübem belediyenin bitişiğindedir. 15 metre yukarımda Toplum Polisinin binası ile 20 metre karşımda Hükümet binası var. Saldırganlar, Belediyenin önünde toplandılar. Yani benim kulübemin bulunduğu yerde toplandılar. Resmi ve sivil polisler buralarda geziniyorlardı. Saldırganlar, ‘Allahuekber, Müslüman Türkiye’ gibi sözler söylüyorlardı. Sanki sinema dağılmıştı. Her biri bir tarafa doğru gitmeyi söylüyorlardı. “Halbuki 20-30 polis bunları rahatlıkla dağıtabilir ve hatta hepsini Emniyete götürebilirdi. Çünkü çoğunluğu çocuktu. “Ben fakirim, bu kulübedeki gelirle geçiniyorum. Böyle insanlık olur mu? Onlar kim, ben kim? Hepimiz Türk'üz, Müslümanız ve insanız. Ama bunlar, bunlardan uzaktır. Polis hiç engel olmuyordu. Ne yapayım, zararım 7-8 bin liradır. Borç ederek yeniden kulübeyi yaptım...” Adını söylemek istemeyen bir cami imamı: "Kardeşim, siz bir defa görüyorsunuz. Bunlar her gün camilerde bölücü konuşmalar yapıyorlar. Sanki cami değil, bir parti binası. Bunları, Emniyet de, Vali de, öğretmen de ve halk da iyi biliyor, dinliyor. Müslümanlıkta bölücülük yoktur. Talan yoktur. Dükkanın sahibi olmadığı halde tahrip ediyorlar ve mallarını götürüyorlar. Bu hırsızlıktır, zorbalıktır. Elhamdülillah Müslümanlıkta bunlar yasaktır. Affedilmeyen günahlardandır. Sonra Alevi kim, Sünni kim? Hepsi kardeştirler. Cephede birlikte savaşıyorlar, fabrikada birlikte çalışıyorlar, bu ayrım nedir? Çok ayıptır. Dine yakışmaz. Ne bileyim, bu dünyadaki suçu hemen kanun vermelidir. Yoksa memlekete yazıktır. Camilere saldıracaklar demişler. Müslüman yalan söylemez. Düpedüz yalandır. Şimdiye kadar camiye saldırma görmedim. Velev ki saldıracaklarını biliyorlardı, niye Emniyet’e haber vermeden halkı toplayarak saldırganlığa geçmişlerdir. Yalandır kardeşim yalandır...“ Süleyman Efe (Avukat): "Olayı açıklamadan önce derinlemesine incelemek ve değerlendirmek gerekiyor. “Tarihimizi incelediğimizde görüyoruz ki, ileriye ve halka yönelik her girişim karşısında mutlaka irtica olayının varlığına tanık olmaktayız. Bilindiği gibi, ekonomik, politik, siyasal ve kültürel yönden geri kalmış toplumlarda halkın tüm emeği sömürücülerin ipoteğine girmiştir. Ellerinde yalnız inançları kalmıştır. Bunu da vermemek için canlarını vermektedirler. İşte halkın bu can alıcı noktasını iyi bilen ve değerlendiren sömürücü güçler; halkı bu yönüyle tahrik ediyorlar. “İlericilere düşen en büyük sorumluluk; halkı, bu etki alanından çıkarmaktır. Bu sorumluluk ödünsüz olarak demokratik yollarla yapılmalıdır. “Bu açıdan olaya bakıldığında, dinin ne kadar sömürüldüğü, sorumluların kimlerden yana olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. “ 15. 02. 1975 günü evde oturuyordum. Evim Turan Emeksiz Caddesi üzerindedir. Dışarıdan gelen bağırtı ve gürültüler duyduk. Çocuklarım pencereye koştular. ‘Baba, baba gel...’ diye heyecanla seslendiler. Pencereye gittim. Çok kalabalık bir grup, önlerinde öğrenci oldukları belli olan çocuklar vardı. Ellerinde değnekler vardı. 'Müslüman Türkiye, Allahuekber, ölüm...' gibi sesler çıkarıyorlardı. Bir şeylerin olduğunu anladım. Yanımda yeğenim İbrahim vardı. Durumu öğrenmek için çarşıya gönderdim. Gitti geldi. Birçok işyerinin tahrip ve talan edildiğini, bir kişinin yaralandığını söyledi. “O gün TÖB-DER'in kapalı salon toplantısı vardı. 'Acaba öğretmenlere bir şeyler oldu mu?' diye ben de çıktım. Hükümetin arkasından geçerek gitmek istedim. Hükümetin ve belediyenin arası çok kalabalıktı. Bağırıyorlardı. Polis azınlıktaydı. Ses çıkarmıyorlardı. TÖB-DER'e giden yolda polis barikat kurmuştu ve kimseyi bırakmıyordu. Oradan yazıhaneye gittim. Yazıhanem Mecidiye İş Hanının 4. katındaydı. Bitişiğinde Samanpazarı Alanı vardır. Bu alan da hiç tanımadığım insanlarla doluydu. Tekbir getiriyorlardı. Oradan Cezmi Kartay Caddesindeki 50. Yıl Kıraathanesine saldırdılar. Camlarını kırdılar, biraz sonra askeri birlik geldi. Birkaç saldırgan, yanına gittikleri bir üsteğmenin ellerini öptüler. Sonra dağıldılar... “Daha sonra Tüccarlar Kulübüne gittim. Orada; Malatya Beden Eğitim Bölge Müdürü Osman Çağlar olduğunu öğrendiğim bir kişi, konuşuyor ve olayı anlatıyordu. 'Bir grup kalabalık geldi, burada toplantı varmış dediler. Yok dedim. İçlerinde tanıdığım sakallı ve hacca gitmiş bir şeyh vardı. Kendisine, bu iyi bir şey değildir dedim. O da, hayır, din için her şey yapılır dedi ve geri döndüler. Şehre doğru gittiler. İçlerinde Şerif Dursun da vardı. Biraz ötede topluluğu durdurdu ve 'Ölüme hazır mısınız?' dedi. Onlar da 'evet' diyorlardı. 'Böylece gittiler...' diyorek anlatıyordu... “Ertesi gün (16.02.1975) TÖB-DER'e gittim. Herkes üzücü olayı anlatıyordu. Bir aralık iki polisin geldiği ve TÖB-DER başkanını emniyete götürdüğünü ve dönüşünde 'Emniyet Müdürünün emniyetini sağlamayacağız, lokalinizi boşaltınız' dediğini anlattı. Öğretmenler dağılarak lokali boşalttılar. “Ben de Cezmi Kartay Caddesindeki 50. Yıl Kıraathanesine gittim. Biraz oturdum. Sonra kıraathanenin alt katındaki Kent Lokantasına inerek yemek yemeye gittim. Dışarıda oldukça kalabalık vardı ve bağırıyorlardı. Lokantada, Turan Emeksiz Lisesi Müdürü de vardı. Kalem şefi Hüseyin Özcan ile Mehmet Guguk ve Ali Zeynel adlarındaki öğretmenler de oradaydılar. Onlar da kalabalığı görünce şaşırdılar. Ali telefonla valiliği aradı ve Valiyi evinde buldu. Durumu anlattı. Vali de 'Bir şey olmaz. Yürüyüş varmış, seyire gelmişler. Tedbir alınmıştır' dedi. Daha sonra saldırı başladı. Camlar, kapılar kırılmaya başlandı. Korkuyla dışarı çıkan işyeri sahiplerinin üstü polisçe aranıyordu. Ben de, 'Ne oluyor, önce olayı yaratanları önleyin' dedim. Bunun üzerine polisler üzerime atılarak coplarla vurmaya başladılar. Bir arabaya koydular. Her tarafım kan ve yara içindeydi. Hastaneye götürdüler. Doktorun yanında da vurmaya başlayınca doktor ve bazı hemşireler engel oldular. Yaralarım sarıldı. Eve döndüm. Kısacası olay, önceden hazırlanmış ve bilinen bir şeydi. Çünkü polis taraf tutuyordu. Ancak askeri birlikler gelince önlenebildi. Olay bir irtica hareketiydi.” Mehmet Ali Yılmaz (65 yaşlarında, seyyar yumurta satıcısı): "Ben seyyar yumurta satıcısıyım.Geçimimi bununla sağlıyorum. Cezmi Kartay Caddesindeyim. Saldırı başladı. Polis yoktu, olanlar da seyirciydi. Tekbir getiriyorlar, ilahiler okuyorlardı. Saçlı, bıyıklı kimi görseler dövüyorlardı. Bu sırada dükkanların camları kırıldı. Ateş açıldı. Ortalık toz dumana döndü. Saldırganlardan biri bana ateş etti. Sağ kulağımın altından bir kurşun girdi ve dilimin bir kısmını ve takma üst dişlerimi parçalamak suretiyle dışarı çıktı. Ağzım kan içerisindeydi. Bu sırada bir grup beni yakalayarak ‘kelime-i şahadet’ getirmemi istedi. Ben de getirdim. Bıraktılar. Ötede başka bir grup tuttu, yine ‘kelime-i şahadet’ getirmemi istediler. Sonra ‘yanlış okudu’ diyerek dövdüler.” (5)
24 ARALIK 1978 - MARAŞ KATLİAMI Balıkların hafızası üç saniyeliktir... Onun içindir ki Akvaryumda iken okyanusta sanırlar kendilerini.. Her gün onlarca insanın öldürüldüğü yıllardı 70 li yılların sonları. Okullar, kahveler basılıyor, bombalanıyordu. Bir “iç savaş” görünümü vardı bütün yurtta. Bir yandan faşist saldırılar sürerken, diğer yandan bu saldırı karşısında kendini koruyanlar bulunuyordu. Sağ-Sol çatışması, Alevi-Sünni kavgası değildi yaşanan. 24 Aralık 78, Maraş katliamını olarak yazıldı tarihe. 19 Aralık : Maraş'ta faşistlerin propaganda aracı haline gelen Cüneyt Arkın' ın "Güneş Ne Zaman Doğacak" filminin gösterildiği Çiçek Sinemasının faşistler tarafından bombalanmasıyla olaylar gelişmeye başladı. 20 Aralık : Saat 20.00 sıralarında bu kez de, Yeni Mahalle'de sol görüşlülerin ve Alevilerin devam ettiği Akın Kıraathanesi'ne patlayıcı madde atıldı ve iki kişi ağır yaralandı. 21 Aralık : Kendi attıkları bombaya "misilleme" olarak 21 Aralık günü faşistler Maraş Meslek Lisesi öğretmenlerinden , TÖB-DER üyesi, Hacı ÇOLAK ve Mustafa YÜZBAŞIOĞLU öldürdüler. 22 Aralık : Faşistler öğretmenlerin cenaze törenine saldırdılar. 23 Aralık : "Allah adına savaş"a (cihat) çağrılan Maraş köylerinden gelenlerin katılımıyla Maraş katliamı başlatıldı. 23-25 Aralık 1978'de Kahramanmaraş'ta yaşamını yitirenler Katliamın bilançosu 25 Aralık gecesi saldırılar sona erdi. Sıra katliamın bilançosunun çıkarılmasına gelmişti. Ölü sayısı 111 Yaralı sayısı 1000'in üstünde Tahrip edilerek yakılan ev 552 Tahrip edilerek yakılan işyeri 289 Yakılan oto 8 Saldırılar durmuş ama halkın korkusu durmamıştı. Yaşananların soykırım sonrasında Maraş'taki Alevi nüfusun yüzde 80'inin kenti terk ediyordu . Davanın sonucu Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman, Hatay İlleri Sıkıyönetim Askeri Komutanlığı 1 Numaralı Askeri Mahkemesinin (Esas No: 1980/82, Karar No: 1980/520 sayılı) gerekçeli kararı: Hakkında dava açılan sanık sayısı 804 Ölüm cezasını alanlar 29 Müebbet hapis cezası alanlar 7 15-24 yıl arası hapis cezası alanlar 7 10-15 yıl arası hapis cezası alanlar 29 5-10 yıl arası hapis cezası alanlar 259 1-5 yıl arası hapis cezası alanlar 26 Beraat edenler 379 Karar aşamasında firarda olanlar, çeşitli nedenlerle davası tefrik edilenler ve ölümle davası düşenlerin toplamı: 68 oldu. Ölüm ve müebbet cezalarının dışındaki diğer hapis cezalarında 1/6 arasında indirim uygulandı, cezalar daha da azaltıldı. Mahkemenin kararı, Yargıtay'da bozuldu. Yeniden yargılama, Yargıtay süreci vb. idam cezaları uygulanamadı. Hafif cezalarla dosya kapandı. Kahramanmaraş katliamı sonrasında, Ecevit hükümeti 26 Aralık'ta toplanan Bakanlar Kurulu'nda 13 ilde sıkıyönetim ilan ediyordu. Maraş'ta olan bir savaş değildi, bir katliamdı. Bunun adına “anarşi” denmez, “sağ-sol çatışması” da denmez. Bu, “Alevi-Sünni çatışması” da değildi. Olaylar, ne bir rastlantı, ne de "halkın galeyana gelmesi" sonucu olmuştu. Olaylar aylar öncesinden planlanmış ve programa konulmuştur. Maraş'ta olan plânlı ve örgütlü bir faşist saldırıydı.
Amaç - Polis devleti yaratmaktı
- Gelişen muhalefetin önünü kesmekti
- Toplumsal yığınları terörle sindirmek, içlerine korku salmaktı
- “öteki”ni yok saymak, “tek tip” insan yaratmaktı
- Ekonomik programın önünde engel oluşturan işçi sendikalarını dağıtmaktı
- Sıkıyönetimi çağırmaktı
- Bir darbenin hazırlanmasıydı
Dün sağ-sol çatışması, alevi-sünni kavgası olarak kullanılan gerekçelerle sürdürülüyordu baskılar, bugün Kürt-Türk ayrımı üzerinden. Dün MHP vardı katliamlarda, bugün “hassas Türk vatandaşı” MHP'liler linç girişimlerinde. Dün Kontr-gerilla, ETKO, TİT gibi isimler vardı saldırılarda provokasyon eylemlerinde, bugün derin devlet adıyla tanımlanan ilişkiler yumağı Susurluk'ta, Şemdinli'de. Dün “komünistler camiyi bombaladı” gerekçesi vardı, bugün “bayrağımız ayaklar altına alındı”. Dün düşünürler, yazarlar, gazeteciler saldırıya uğruyor, öldürülüyordu, bugün aynı saldırı düşünürlere ve yazarlara sürmekte. Dün tanklar, panzerler vardı muhalefetin önüne konulan, bugün protesto eylemine katılan 10.000 lerin üzerinde F-16 lar uçuruluyor. Dün katliamlarda, saldırılarda adı geçenler bugün “kahraman”, milletvekili, klüp başkanları. Dün “komünizm geliyor” tehdidi vardı, bugün “ülkemiz parçalanıyor”. Ve yine hafızamız zayıf, “barışı seven” Total redçi Mehmet Tarhan yargılanıyor, Dünyada 19 Ülkede dayanışma içinde onunla, yurdum insanı sessiz... Emil Galip SANDALCI'nın 26 Aralık 1979 tarihinde Demokrat gazetesinde “Zamandır” başlıklı yazısında: “ Kuşkusuz içinde yaşadığımız şu kokuşmuş, kanlı, haksız ve eşitsiz rezil ortamda faşizme, emperyalizme, şovenizme vb. karşı olacağımızı açıklamak doğaldır. Eğer asfalt yol üzerine kapaklanmış cesedi gazete kağıtları ile örtülü profesör dostumuzun (Orhan TÜTENGİL) öpülesi ak saçlı cansız başını TV ekranlarında seyrederseniz ve de cenazesinde -katili imişcesine- dipçiklenirseniz, ya da eşinizin, oğlunuzun, kardeşinizin, babanızın kanlı et parçalarını duvarlardan kazırsanız, gözü gitmiş, kolu bacağı kopmuş, delik deşik edilmiş, felç olmuş, tabanları patlatılmış, elektrikle delirtilmiş, ardına cop sokulmuş insanları tanır, bilirseniz... Elbette faşizmin yanında değilsiniz. Eğer insansanız, Hitlerleri, Himlerleri kıskandıracak Kahramanmaraş kıyımının yapıldığı bu ülkede şovenizm karşısına dikileceksiniz...”diyordu.
2 TEMMUZ 1993 Sivas Şehitleri
|
GAZİ DAVASİ
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ İKİNCİ DAİRE ŞİMŞEK VE DİĞERLERİ - TÜRKİYE (Başvuru numaraları: 35072/97 ve 37194/97) KARAR STRAZBURG 26 Temmuz 2005 Bu karar AİHS’nin 44 § 2 maddesinde belirtilen şartlarda kesinlik kazanacaktır. Ancak, şekle ilişkin değişiklik yapılabilir. Şimşek ve Diğerleri – Türkiye davasında,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (İkinci Daire), - Başkan J.-P. COSTA,
- Yargıçlar A.B. BAKA,
- R. TÜRMEN,
- K. JUNGWIERT,
- M. UGREKHELIDZE,
- A. MULARONI
- E. FURA-SANDSTRÖM ve
Bölüm Sekreter Yardımcısı S. NAISMITH’in katılımı ile kapalı oturumda 28 Haziran 2005 tarihinde toplanmış ve anılan tarihte izleyen kararı vermiştir: USUL 1.Dava, Ali Şimşek, Şaziment Şimşek, Dilay Şimşek, Erkan Şimşek, Gökhan Şimşek, Şenay Şimşek ve Hakkı Yılmaz, Hüseyin Kopal, Cemal Poyraz, Hacer Baltacı, Mustafa Tunç, Mahmut Engin, Arslan Bingöl, Veli Kaya, Mehmet Gürgen, Çiçek Yıldırım, Hüseyin Sel, Mukaddes Gündüz, Sabri Puyan, Zeynel Abit Çabuk, Aynur Demir ve Aligül Yüksel (“başvuranlar”) isimli yirmi iki Türk vatandaşı tarafından sırası ile 7 Şubat ve 12 Mayıs 1997 tarihlerinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (“Sözleşme”) eski 25. maddesi kapsamında, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na (“Komisyon”) Türkiye Cumhuriyeti aleyhine yaptıkları iki başvurudan (başvuru numaraları: 35072/97 ve 37194/97) kaynaklanmaktadır. 2.Kendilerine adli yardım temin edilmiş olan başvuranlar, İstanbul Barosu avukatlarından S. Kuşkonmaz tarafından temsil edilmiştir. Bu davada Türk Hükümeti (“Hükümet”) AİHM’deki yargılama için herhangi bir Ajan tayin etmemiştir. 3.Başvuranlar, özellikle akrabalarının İstanbul’da gerçekleşen gösterilerde polisin gereğinden fazla güç kullanması sebebiyle öldürüldüğünü iddia etmişlerdir. Ayrıca, olaylara yönelik yerel soruşturmanın yetersizliği ve etkili olmamasından şikayetçi olmuşlardır. Şikayetleri bağlamında, başvuranlar, AİHS’nin 2., 6., 14. ve 17. maddelerinin ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir. 4.Başvurular, AİHM’ye 1 Kasım 1998 tarihinde, 11 no’lu Protokol yürürlüğe girdiğinde iletilmiştir.(11 no’lu Protokol’ün 5 § 2. maddesi). 5.Başvurular, AİHM’nin Birinci Dairesi’ne tevzi edilmiştir (Mahkeme İç Tüzüğü’nün 52 § 1. maddesi). Bu Daire içinde, davalara bakacak olan Bölüm, 26 § 1. maddenin gerektirdiği gibi oluşturulmuştur. 6.20 Nisan 1999 tarihinde, AİHM, başvuruları birleştirme ve Hükümet’e bildirme kararı almıştır (42 § 1. maddesi). 7.1 Kasım 2001 tarihinde, AİHM, Dairelerin kompozisyonunu değiştirmiştir (25 § 1. madde). Bu dava yeni oluşturulmuş olan Dördüncü Daire’ye tevzi edilmiştir (52 § 1. madde). 8. 4 Mayıs 2004 tarihinde, AİHM, başvuruları kısmen kabuledilebilir ilan etmiştir. 9.Başvuranlar ve Hükümet, esaslara ilişkin ek görüş bildirmiş (59 § 1. madde) birbirlerinin görüşlerine yazılı olarak cevap vermiştir. 10. 1 Kasım 2004 tarihinde, AİHM, Dairelerinin kompozisyonunu tekrar değiştirmiştir (25 § 1. madde). Bu dava yeni oluşturulmuş İkinci Daire’ye tevzi edilmiştir. (52 § 1. madde). OLAYLAR I.DAVA OLAYLARI 11.Taraflarca sunulduğu şekliyle olaylar şu şekilde özetlenebilir: A.Genel Bilgiler 12.Başvuranların tümü İstanbul’da ikamet etmektedir. I. Başvuru no 35072/97 13.Ali Şimşek, Şaziment Şimşek, Dilay Şimşek, Erkan Şimşek, Gökhan Şimşek ve Şenay Şimşek isimli başvuranlar, Gazi olaylarında ölen Dilek Şimşek Sevinç’in akrabalarıdır. 2.Başvuru no. 37194/97 14.Aşağıdaki başvuranlar da, Gazi olaylarında hayatını kaybedenlerin akrabalarıdır: - - Hakkı Yılmaz, (merhum) Dinçer Yılmaz’ın babasıdır;
- - Hüseyin Kopal, (merhum) Reis Kopal’ın babasıdır;
- - Cemal Poyraz, (merhum) Zeynep Poyraz’ın babasıdır;
- - Mustafa Tunç, (merhum) Fevzi Tunç’un babasıdır;
- - Mahmut Engin, (merhum) Sezgin Engin’in babasıdır;
- - Arslan Bingöl, (merhum) Fadime Bingöl’ün kocasıdır;
- - Veli Kaya, (merhum) Mümtaz Kaya’nın babasıdır;
- - Mehmet Gürgen, (merhum) Hasan Gürgen’in babasıdır;
- - Çiçek Yıldırım, (merhum) Ali Yıldırım’ın annesidir;
- - Hüseyin Sel, (merhum) Hasan Sel’in babasıdır; ve
- - Mukaddes Gündüz, (merhum) Mehmet Gündüz’ün karısıdır.
Diğer başvuranlar, Ümraniye olaylarında hayatını kaybedenlerin akrabalarıdır: - - Hacer Baltacı, (merhum) İsmail Baltacı’nın karısıdır;
- - Sabri Puyan, (merhum) Hasan Puyan’ın kardeşidir;
- - Zeynel Abit Çabuk, (merhum) Hakan Çabuk’un babasıdır;
- - Aynur Demir, (merhum) Genco Demir’in karısıdır; ve
- - Aligül Yüksel, (merhum) İsmihan Yüksel’in oğludur.
Başvuranların sunduğu şekliyle olaylar 1.Gazi olayları 15.Gazi, İstanbul Gaziosmanpaşa’da bir mahalledir. Gazi mahallesi sakinlerinin çoğu, Alevi mezhebine bağlıdır. 16. 12 Mart 1995’te saat yaklaşık olarak 21.00’da, bir taksi içinde bulunan kimliği belirsiz bir grup tarafından Gazi mahallesindeki beş kahvehaneye ateş açılmıştır. Ateş, yaklaşık olarak beş dakika kadar sürmüştür. Halil Kaya isimli yaşlı şahıs öldürülmüş ve yirmi beş kişi yaralanmıştır. Pek çok dükkan ciddi biçimde hasar görmüştür. Saldırının failleri, taksi şoförünü de öldürmüş ve kaçmıştır. 17.Bu olaydan sonra, mahalle sakinleri, açılan ateşten sonra polisin ilgisizliğini protesto etmek amacıyla caddeye çıkarak kahvehanelerin ve Cemevi’nin[1] önünde toplanmıştır. Topluluk ayrıca, yaralıların tedavi edildiği hastanelerin önünde de toplanmıştır. Yaklaşık olarak gece yarısında, grup, mahalle karakoluna doğru ilerlemeye başlamıştır. Polis panzerlerle barikat kurmuş ve akabinde cop ve tüfek dipçikleriyle gruba saldırmıştır. 18.13 Mart 1995 tarihinde, saat 04.00’te, İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü, Gaziosmanpaşa Kaymakamlığı’na gitmiş ve olaylara son vermeleri için topluluk liderleriyle bir toplantı yapmıştır. Göstericiler sakinleşmeye başlamıştır. 19. O esnada, iki panzer göstericilere yaklaşmış ve onlara ateş açmıştır. Akabinde ise Mehmet Gündüz olay yerinde öldürülmüş ve on kişi yaralanmıştır. 20. 13 Mart 1995 sabahı, çevre mahallelerden binlerce kişi göstericilere katılmıştır. Başvuranlara göre, hiçbir terörist provokasyon olmamıştır. Bazı göstericiler polis barikatlarına taş ve bozuk para atmaya başlamıştır. 21.Saat 11.00’de polis, barikatların arkasından ateşe başlamıştır. Göstericileri hedef alan nişancılar çevredeki binalara yerleştirilmiştir. Ateş sırasında, Fadime Bingöl ve Sezgin Engin öldürülmüş ve kimi göstericiler de yaralanmıştır. 22. Bu iki kişinin öldürülmesi, tansiyonu artırmış ve göstericiler saat 14.00’de polis barikatlarına doğru ilerlemeye başlamıştır. Barikatların arkasında, yolların kenarında ve bazı binaların üzerinde bulunan üniformalı ve sivil polisler yoğun ateşe başlamıştır. Yaklaşık yirmi dakika boyunca, polisler, olay yerinden kaçmaya çalışan birkaç göstericiyi kovalamış ve vurmuştur. Zeynep Poyraz, Dilek Şimşek Sevinç, Ali Yıldırım, Reis Kopal, Mümtaz Kaya, Fevzi Tunç, Hasan Sel, Hasan Gürgen, Dinçer Yılmaz ve Hasan Ersürer vurularak öldürülmüşlerdir. Yüzden fazla kişi yaralanmıştır. Polis, göstericilerin yaralıları hastaneye götürmesini engellemiştir. 23.Aynı gün saat 15.15’te, polis, Halil Kaya ve Mehmet Gündüz’ün cenazesine katılan kalabalığa saldırmıştır. Bölgeye askeri takviye gönderilmiştir. Başvuranlar, grubun askerlere karşı gösteride bulunmadığını belirtmiştir. 24.Saat 16.00’da bölgede sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. 25. Bu olaylarda, kahvehanedeki Halil Kaya isimli şahıs ve ayrıca taksi şoförü dahil olmak üzere toplam on beş kişi öldürülmüş ve 276 kişi yaralanmıştır. 2. Ümraniye olayı 26.Gazi olayları, ülke çapında infiale sebep olmuş ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde polisin davranışının kınandığı birkaç gösteri yapılmıştır. 27.15 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Ümraniye’deki Mustafa Kemal Mahallesi’nde büyük bir grup toplanmıştır. Grup, Gazi olaylarında öldürülenlerin cenazelerine doğru ilerlemeye başlamıştır. 28. Aynı gün saat 14.30’da, kalabalık, bir ilkokulun dışında bulunan alanda polis tarafından kurulmuş olan barikatla karşılaşmıştır. Bazı göstericiler barikatlara taş atmaya başlamış, bunun üzerine herhangi bir uyarıda bulunmaksızın üniformalı ve sivil polisler kalabalığa ateş etmeye başlamıştır. Gruptan kimse ateşe karşılık vermemiştir. Polis memurlarından hiçbiri öldürülmemiş ya da yaralanmamıştır. Ateş esnasında Hasan Puyan, İsmihan Yüksel, İsmail Baltacı, Genco Demir ve Hakan Çabuk öldürülmüştür. Yirmiden fazla kişi yaralanmıştır. C. Hükümet tarafından sunulduğu şekliyle olaylar 29.Gazi Mahallesi’nde beş kahvehaneye ateş açıldığı haberi üzerine, polisler olay yerine intikal ettirilmiştir. Polisler kahvehanelerin önüne geldiğinde, polis aleyhine slogan atan kırk kişilik bir kalabalıkla karşılaşmışlardır. Grup, polis araçlarına saldırmış ve polisler soruşturma yürütememiştir. Bunun üzerine takviye güç istemişlerdir. Takviye güvenlik güçlerinin gelmesini takiben, polis soruşturma yapmış ve yaralılar hastaneye gönderilmiştir. Aynı zamanda, çevreden bazı kişiler gösterici gruba katılmıştır. Birlikte slogan atmış ve polise taş ve bozuk para atmaya başlamışlardır. Bazı göstericilerin ellerinde yangın bombası bulunmaktaydı. Çevreden gelenlerin eklenmesiyle, kalabalık genişlemiş ve Gazi Karakolu’na ilerlemeye başlamıştır. Birçok işyeri ve araç ateşe verilmiştir. Gruptaki bazı maskeli adamlar tarafından polislere yangın bombaları atmaya başlamıştır. Kalabalığın daha ileri gitmesini engellemek amacıyla, polisler barikat kurmuştur. Güvenlik güçleri kalabalığa durmaları için sözlü uyarıda bulunmuştur. Daha sonra ise kalabalığı dağıtmak için tazyikli su ve cop kullanmıştır. Kalabalığı dağıtamayınca havaya uyarı ateşi açmışlardır. Ancak, kalabalık, güvenlik güçlerine doğru ilerlemeye devam etmiş ve yangın bombalarıyla panzerlere saldırmıştır. Gazi Mahallesi’ndeki isyan iki gün sürmüştür. İkinci günün sonunda bölgede sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. İsyan sırasında 13 kişi ölmüş ve 195 kişi (152 mahalle sakini, 36 polis memuru ve 7 asker) yaralanmıştır. 30. 12 Mart 1995 olaylarında sonra, güvenlik güçleri, Ümraniye’de olası isyan olaylarına ilişkin istihbarat raporları almıştır. İstenmeyen olayları önlemek amacıyla, 14 Mart 1995 tarihinde Ümraniye İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde bir toplantı yapılmıştır. İlçe Emniyet Müdürü, mahallenin bağlı olduğu Belediye Başkanı ve Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı’nın katıldığı toplantıya Kaymakam başkanlık etmiştir. Toplantıda durum masaya yatırılmış ve mahalle sakinlerinden provokasyona gelmemeleri ricasında bulunulmuştur. 15 Mart 1995 sabahı, bir terör örgütünün tehditleri üzerine, mahalledeki bütün işyerleri protesto etmek amacıyla kepenk indirmiştir. Durumu tartışmak için ikinci bir toplantı yapılmıştır. Aynı gün saat 13.00 civarında Mustafa Kemal Mahallesi’nde bulunan Pir Sultan Abdal Derneği’nin önünde 1500 kişi toplanmış ve Örnek Mahallesi’ne doğru ilerlemeye başlamıştır. Güvenlik güçleri, yürüyüşün yasal olmadığını anons etmiş ve topluluğa dağılmasını söylemiştir. Grup, slogan atarak ilerlemeye devam etmiştir. Yürüyüşe katılanların sayısı binleri bulmuştur. Bazı göstericiler kırmızı bere ve atkı takmışlardı. Kalabalıktan bazı kişiler güvenlik güçlerine taş ve bozuk para atmışlardır. Tansiyon arttıkça, grup, güvenlik güçlerine tuğla ve taşla saldırmaya başlamıştır. Güvenlik güçleri önlemler almış ve bir güvenlik hattı belirlemişlerdir. Biraz sonra, gruptan silahlı kişiler, güvenlik güçlerine ve kalabalığa ateş açmıştır. Güvenlik güçleri havaya uyarı ateşi açmış ve saldırı durmuştur. Yaralılar derhal hastaneye kaldırılmıştır. Yaralılar götürülürken, kalabalık slogan atmaya ve sığınakların arkasında taş atmaya devam etmiştir. Ayrıca lastikler yakılarak trafik de engellenmiştir. Askeri güçler olay yerine intikal etmiş, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve mahalleye giriş çok sıkı denetim altına alınmıştır. 31.Olayları takiben, yerel merciler olayları derhal soruşturmaya başlamıştır. Birkaç görgü tanığı ifadesi alınmış, otopsi yapılmış ve yaralı ve ölü kişilerin vücutlarından çıkarılmış kurşunlar balistik incelemeye gönderilmiştir. 26 ve 31 Temmuz, 11 Eylül ve 15 Kasım 1995, 27 Ekim 1997 ve 12 Ekim 1999 tarihlerinde İstanbul Adli Tıp Kurumu tarafından yedi balistik inceleme raporu hazırlanmıştır. Bu raporlara göre, kurbanların vücutlarından çıkarılan kurşunların hiçbiri, iki olay esnasında görev yapan güvenlik güçlerinin silahlarından çıkmamıştır. 32. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 22. maddesi uyarınca, merhumların ailelerine Nisan 1995’te, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan 2.800 Euro karşılığı olan 150.000.000 TL tazminat ödenmiştir. D. Gazi ve Ümraniye olaylarına ilişkin yerel işlemler 1.Gazi olaylarına ilişkin işlemler 33.11 Nisan 1995 tarihinde, Arslan Bingöl, Celal Sevinç, Çiçek Yıldırım, Mukaddes Gündüz, Sabahat Engin ve Cemal Poyraz isimli başvuranlar, İçişleri Bakanlığı, İstanbul Valisi, İstanbul Emniyet Genel Müdürü ile Gaziosmanpaşa’da 12-13 Mayıs 1995 tarihlerinde görev yapan polisler aleyhine, Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Savcısı’na şikayette bulunmuştur. Akrabalarının, gereğinden fazla güç kullanan polislerce öldürüldüğünü ileri sürmüşlerdir. Ayrıca, polisi protesto eden kalabalığın ateşli silah kullanmadığını ve polisin kalabalığa uyarı yapmaksızın ateş açtığını iddia etmişlerdir. Polisin göstericileri dağıtmak için önce tazyikli su, daha sonra ise göz yaşartıcı gaz veya plastik mermi kullanması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Müştekilere göre, polis, Alevi mezhebine bağlı Gazi Mahallesi sakinlerinden oluşan göstericilere karşı kasten ateşli silah kullanmıştır. 34.Bu şikayeti takiben, Cumhuriyet Savcısı, olaylara ilişkin soruşturma başlatmıştır. 19 Nisan 1995 tarihinde, İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu aleyhine olan şikayeti incelemek amacıyla görevsizlik kararı çıkarmıştır. İleri soruşturma yapılması amacıyla Cumhuriyet Savcısı, dosyayı İçişleri Bakanlığı’na göndermiştir. 35. 4 Temmuz 1995 tarihinde, Cumhuriyet Savcısı, İstanbul Emniyet Genel Müdürü Necdet Menzir hakkında takipsizlik kararı çıkarmıştır. 36. 5 Temmuz 1995 tarihinde Cumhuriyet Savcısı, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe aleyhine cezai kovuşturma başlatılmamasına karar vermiştir. Cumhuriyet Savcısı, İçişleri Bakanı olarak Menteşe’nin, iddia edilen olaylara ilişkin yasal sorumluluğu olmadığını belirtmiştir. 37. Aynı gün, Cumhuriyet Savcısı, Dinçer Yılmaz, Sezgin Engin, Mümtaz Kaya, Hasan Gürgen, Hasan Sel ve Hasan Ersürer’in ölümüne ilişkin soruşturmayı, diğerlerinden ayırmaya karar vermiştir. Buna paralel olarak bu dosya, 1995/6570 olarak numaralandırılmıştır. 38. 10 Temmuz 1995 tarihinde Cumhuriyet Savcısı, 12 ve 13 Mayıs 1995 tarihleri arasındaki gösterilerde görev yapan yirmi polis hakkında Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne iddianame sunmuştur. İddianame, Dilek Şimşek Sevinç, Reis Kopal, Zeynep Poyraz, Fevzi Tunç, Fadime Bingöl, Ali Yıldırım ve Mehmet Gündüz’ün ölümü ile ilgili idi. Cumhuriyet Savcısı, iddianamesinde, görgü tanıklarının ifadesine, sağlık raporlarına, polis ve otopsi raporlarına, video kayıtlarına ve gazete kupürlerine atıfta bulunmuştur. Gazi Mahallesi’ndeki kahvehanelere yapılan saldırının ve yasadışı örgütün provokasyonunun ardından, mahalle sakinlerinin polise karşı direniş gösterdiğini ifade etmiştir. Kalabalık, slogan, taş ve yangın bombaları atarak mahalle karakoluna ilerlemiştir. Gruptan bazı kişiler polislere ateş etmiştir. Kalabalık, Aleviler ve Sünniler arasında nefret yaratmak amacıyla slogan atmıştır. Cumhuriyet Savcısı, ayrıca, göstericileri dağıtmak amacıyla polis panzerlerinden ateş açıldığını ve bunun sonucunda Mehmet Gündüz’ün vurularak öldürüldüğünü belirtmiştir. Adem Albayrak isimli bir polis, Ali Yıldırım, Dilek Şimşek Sevinç ve Fadime Bingöl’ü vurarak öldürmüştür. Kimliği belirlenemeyen başka bir polis memuru ise, Reis Kopal’ı vurarak öldürmüştür. Adem Albayrak’la birlikte Mehmet Gündoğan, Zeynep Poyraz’ı vurarak öldürmüştür. Cumhuriyet Savcısı, polis memuru Gündoğan ile birlikte, panzerdeki polis memurlarının, Feviz Tunç’u vurarak öldürdüğünü iddia etmiştir. Cumhuriyet Savcısı, Türk Ceza Kanunu’nun 448. maddesi uyarınca adı geçen polis memurlarının kasten adam öldürmekten yargılanmalarını talep etmiştir. 39.Mukaddes Gündüz (Mehmet Gündüz’ün karısı), Mustafa Tunç (Fevzi Tunç’un babası), Çiçek Yıldırım (Ali Yıldırım’ın annesi), Cemal Poyraz (Zeynep Poyraz’ın babası), Celal Sevinç (Dilek Şimşek Sevinç’in kocası), Ali Şimşek (Dilek Şimşek Sevinç’in babası), Hüseyin Kopal (Reis Kopal’in babası) ve Aslan Bingöl (Fadime Bingöl’ün kocası), işlemlere müdahil olmuştur. 40. 13 Temmuz 1995 tarihinde, Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi güvenlik gerekçesiyle davayı başka bir şehre nakletmeye karar vermiştir; zira davanın görüldüğü yer olayın meydana geldiği yere çok yakın idi. 41. 15 Ağustos 1995 tarihinde Yargıtay, Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararını onamış ve davayı İstanbul’a yaklaşık olarak 1000 km uzaklıkta olan Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’ne nakletmiştir. 42. 11 Eylül 1995 tarihinde, Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi tensip duruşması yapmıştır. Birkaç mahkemeye, elli görgü tanığının ifadesinin alınması amacıyla istinabe müzekkeresi göndermeye karar vermiştir. Ayrıca, diğer 250 görgü tanığının sözlü ifadesinin alınmasının daha sonraki bir safhada mütalaa edilebileceğine karar vermiştir. Son olarak, Cumhuriyet Savcısı’ndan, olaydan sonra ülkede başka yerlere gönderilmiş olan yirmi polis memurunun mevcut adreslerini bulmasını talep etmiştir. Davanın incelenmesini 15 Kasım 1995 tarihinde kadar ertelemiştir. 43. 15 Kasım 1995 tarihinde, Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi, polis memurlarına yönelik cezai işlem başlatılması için iddianamede İstanbul İl İdare Kurulu’nun izni olmadığı gerekçesiyle yargılamayı durdurmuştur. Dolayısıyla, dava dosyasını Memurin Muhakematı Hakkında Kanun uyarınca İstanbul Valiliği’ne göndermiştir. Başvuranlar, bu kararla ilgili olarak Yargıtay’a itiraz dilekçesi vermişlerdir. 44. 8 Ekim 1996 tarihinde, Yargıtay, Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nin yargılamayı durdurma kararının nihai karar olmadığına ve şu halde,Yargıtay’ın bu temyiz başvurusunu inceleme yetkisinin bulunmadığına karar vermiştir. 15 Ekim 1996 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Savcısı, bu karara itiraz etmiştir. 45. 17 Aralık 1996 tarihinde Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Yargıtay’ın, temyiz başvurusunun inceleneceği yetkili merci olmadığını teyit etmiştir. Buna göre, dava dosyası Rize Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmiştir. 46. 3 Mart 1997 tarihinde, Rize Ağır Ceza Mahkemesi, başvuranın itirazını haklı bulmuş ve Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nin 15 Kasım 1995 tarihli kararına itiraz kararı almıştır. Suçlanan polis memurlarının kovuşturulmasına başlamak için İstanbul İl İdare Kurulu’nun izninin gerekli olmadığına karar vermiştir. 47. 28 Mart 1997 tarihinde, Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi, 15 Kasım 1995 tarihli kararının geçerli olduğunu ve davalıların yargılanabilmesi için İstanbul İl İdare Kurulu’nun izninin gerekli olduğunu belirtmiştir. Yargıtay Cumhuriyet Savcısı’nın davayı Yargıtay’a intikal ettirmesi hususunda yazılı talimat çıkarılması için dosyayı Adalet Bakanlığı’na göndermeye karar vermiştir. Trabzon Cumhuriyet Savcısı’ndan, dava dosyasını Adalet Bakanlığı’na göndermesi talep edilmiştir. 48. 31 Mart 1997 tarihinde, Trabzon Cumhuriyet Savcısı, görüşleri ile beraber dava dosyasını Adalet Bakanlığı’na göndermiştir; görüşlerinde, konunun Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nca halihazırda incelendiğini ve Adalet Bakanlığı’nın yazılı bir talimat çıkarmasının gerekli olmadığını ifade etmiştir. 49. 13 Mayıs 1997 tarihinde, Adalet Bakanlığı, dosyayı Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermiş ve Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nin yazılı talimat talebini reddetmiştir. 50. 23 Mayıs 1997 tarihinde, Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi başkanı, mahkemeye polis memurlarının kovuşturulmasından çekileceğine ilişkin kararını bildirdiği iki sayfalık bir yazı sunmuştur. Başkan, yazısında, kendi hayatı güvenlik güçleri tarafından korunmakta iken polis memurlarının yargılanmasında tarafsız ve bağımsız olmasının imkansız olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, polis memurlarının suçlu olmadığı ve Gazi Mahallesi olayının güvenlik güçlerine karşı kasıtlı bir isyan olduğu kanaatindedir. 51. 13 Haziran 1997 tarihinde Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi, yargılamaya başlamış ve tensip duruşması yapmıştır. Yargılamadan çekilen mahkeme başkanının yerine başka bir hakim getirilmiştir. 52. 16 Eylül 1997 tarihinde, Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi davaya ilişkin ilk duruşmayı yapmıştır. Davalılar duruşmaya katılmamış, fakat avukatları tarafından temsil edilmişlerdir. Duruşma esnasında, Mustafa Tunç, Çiçek Yıldırım, Ali Şimşek, Cemal Poyraz ve Aslan Bingöl isimli müdahillerin ifadesi alınmıştır. Müdahillerin tümü, polisin göstericilere karşı gereğin fazla güç kullandığını ve bunun akrabalarının ölümüne sebep olduğunu belirterek şikayetçi olmuşlardır. Kendileri görgü tanığı olmadığından, olay hakkında kesin detaylar verememişlerdir. Ancak, mahkemeden, ölümlerden sorumlu olanların cezalandırılmasını talep etmişlerdir. Aynı gün, mahkeme, Gazi olaylarında yaralanan iki kişinin ifadesi almıştır. Her iki tanık da ifadelerinde, polis tarafından ciddi biçimde dövüldüklerini belirtmişlerdir. Ayrıca, suçlanan polis Adem Albayrak’ın kendilerini döven polis memuru olduğunu belirlemişlerdir. Duruşmanın sonunda, davalılardan sekizinin tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmasına karar vermiştir. Davalıların kalan kısmını bir sonraki duruşmaya çağırmışlardır. 53. 17 Kasım 1997 tarihindeki duruşmada, mahkeme, suçlanan on beş polis memurunun ifadelerini almıştır. Davalılar, mahkeme huzurunda şu ifadeleri vermiştir: Adem Albayrak
“O tarihte, Gaziosmanpaşa İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde görev yapmaktaydım. Kahvehanelere yapılan saldırının ardından, diğer polis memurlarıyla birlikte olay yerine çağırıldım. Birimlerden biri benim emrim altındaydı. Olay sırasında, ben sivil kıyafetliydim ve tabancam vardı. Tüfek ya da başka bir ateşli silahım yoktu. Olay yerine vardığımda polis karakolunun önünde toplanmış büyük bir kalabalık gördüm. Bazı göstericiler polislere taş ve yangın bombaları atıyordu. Göstericiler arasında teröristler vardı. Beyaz bir arabayı ateşe verdiler ve yakındaki bir binadan bu arabaya bir gaz tüpü atıldı. Gösteriler yaklaşık olarak dört saat devam etti. Polisler iki panzerle kalabalığı dağıtmaya çalışıyordu. Bir an, göstericiler geriye doğru yürümeye başladı fakat onları takip etmedim. Sürekli olarak polis karakolunun yakınında kaldım. Bazı siviller bina çatılarından polislere ateş etti. Kalabalığa ateş etmedim. Şahsıma yönelik suçlamaları reddediyorum.”
Mehmet Gündoğan
“Gazi Mahallesi’ne geldiğimde büyük bir kalabalık vardı. Göstericiler pankartlar taşıyordu. Polisler onları uyardı ve havaya ateş açtı. Bazı göstericiler polise ateş açtı. Bende tabanca vardı; tüfek yoktu. Fotoğrafta sağ elinde cop, sol elinde silah olan kişini ben olduğumu kabul ediyorum. Ancak, silahın emniyeti kapalıydı. Göstericilere ateş etmedim.” 54. Aynı gün, mahkeme, olayda panzerlerde görev yapan on üç davalının ifadesini almıştır. Suçlanan polislerin tümü kalabalığa ateş açtıklarını reddetmiştir. Olay yerinde 13 Mart 1995 tarihinde üç panzer olduğunu ifade etmişlerdir. Panzerler, kalabalığı dağıtmaya çalışan polislere koruyucu kalkan görevini yapmıştır. Suçlanan polislere göre, kalabalık barıştan yana değildi ve polislere taş ve yangın bombası atmaktaydı. Kalabalığı dağılmaya zorlamak için üç panzere göstericilere doğru ilerlemesi talimatı verilmiştir. Polislerin tümü, tabancalarının olduğunu kabul etmiş ancak, tüfeklerinin olduğunu reddetmiştir. 55. 15 Aralık 1997 tarihinde, mahkeme, kalabalığın barışçıl olmadığını, sloganlar eşliğinde polise taş ve yangın bombası attığını ileri süren diğer iki polis memurunun ifadesini almıştır. Bu polisler, kalabalığa ateş ettiklerini reddetmiş ve gruptan bazı kişilerin polise ateş ettiğini belirtmiştir. Aynı gün, mahkeme, yargılamaya müdahil olan Hüseyin Kopal’ın ve ayrıca altı görgü tanığının ifadelerini almıştır. Anlattıkları şöyle özetlenebilir: Hüseyin Kopal
“Reis Kopal’ın abisiyim. Olay günü Reis eve gelmeyince endişelendim. Bunun üzerine kendisini aramak için Gazi Mahallesi’ne geldim. Çok kalabalıktı. Çatışma vardı. Göstericiler polise taş atıyordu. Bir duvarın dibinde üç ölü gördüm. Sonra bunların, Fevzi Tunç, Ali Yıldırım ve Sezgin Engin’e ait olduğunu öğrendim. Üniformalı ve sivil polisler, kalabalığa ateş ediyordu. Suçlanan polis memuru Adem Albayrak’ın M5 tüfekle kalabalığa ateş ettiğini gördüm. Abimi aramaya devam ettim. Birkaç dakika sonra Mümtaz Kaya’nın öldürüldüğüne şahit oldum. Lisenin yakınında bir polis tarafından vurulduğunu gördüm. Abimi bulamadan eve döndüm. Gece televizyonda olayları izlerken, abimi gördüm. Göstericiler arasındaydı ve polise taş atıyordu. Daha sonra öğrendik ki, olaylarda vurularak öldürülmüş.”
Şeyho Tunç
“13 Mart 1995 tarihinde Gazi Mahallesi’ne gittim. Polis Karakolu’na yaklaştığım sırada, bir çatışma başladı. Polis memurları, göstericileri hedef almışlardı ve onlara ateş etmekteydiler. Suçlanan polis memuru Adem Albayrak’ın Fevzi Tunç’a ateş ettiğini gördüm. Adem Albayrak, sivil giyinmişti ve tüfek taşımaktaydı.”
Mahmut Türkmen
“Olayın gerçekleştiği tarihte Cemevi’nde çalışmaktaydım. Kahvehanelere yapılan saldırı ardından orada bulunan kişileri sakinleştirmeye çalışmaktaydık. Sabah 4.00 civarında bulunduğumuz binaya bir tank yaklaştı ve etrafa ışık tuttu. Daha sonra silah sesleri duydum. Ateş sırasında Mehmet Gündüz vuruldu ve öldü. Işık nedeniyle, ateşin tanktan mı yoksa başka bir yerden mi gelmiş olduğunu göremedim.”
Erkan Şimşek
“Gazi’de gerçekleşen olay sırasında ölen Dilek Sevinç’in erkek kardeşiyim. Kahvehanelere düzenlenen saldırı ardından, Dilek ve küçük kız kardeşim Dilay’la birlikte, neler olduğunu görmek için polis karakolu civarına gittik. Mehmet Gündoğan isimli bir sivil polis, bana vurmaya başladı. Daha sonra bazı polis memurları, kalabalığa ateş etmeye başladı. Ateş sonucu Dilek vuruldu. Kot pantolon giyen ve tüfek taşıyan bir sivil polis tarafından vuruldu. Daha basından polisin isminin Adem Albayrak olduğunu öğrendim.”
Şahnaz Türkan
“Gazi’de gerçekleşen olay sırasında vurularak ölen Fadime Bingöl’ün komşusuyum. Olayın gerçekleştiği gün, Fadime okula gitmiş olan kızı için üzgündü. Diğer öğrencilerin evlerine dönmekte olduğunu gördüğünde dışarı çıkıp kızını bulmak istedi. Onun yanında gittim. Birlikte, kalabalığa yaklaştık. Eczanenin önüne geldiğimizde Fadime, kalabalık arasında kızını görebilmek için merdivene çıktı. Aniden ateş başladı ve Fadime’nin aşağıya düştüğünü gördüm. Yolun karşı tarafından durmakta olan bir polis memuru tarafından vurulmuştu. Başlık takmış olduğu için polisi teşhis edemedim.”
Songül Bingöl
“Fadime Bingöl yakınımdır. Olayın gerçekleştiği gün, Fadime’nin sabah okula gitmiş olan kızını aramak üzüere dışarı çıktık. Fadime, kızına bakmak için eczanenin önünde merdivene çıktı. Binanın karşı tarafında durmakta olan polis memurları tarafından yüzünden vuruldu.”
Safiye Obalı
“13 Mart 1995 tarihinde sabah 10.00 civarı, yengem Fadime Bingöl’le birlikte Fadime’nin kızını aramaya çıktık. Önce Cemevi’ne gittik ve sonra yürümeye devam ettik. Fadime bir merdiven gördü ve kızını kalabalıkta görebilmek için merdivene tırmandı. O sırada sivil ve üniformalı polisler, kalabalığa ateş etmeye başladı. Fadime, yüzünden vuruldu. Onu kimin vurduğunu göremedim. Yalnızca, kalabalığa ateş etmekte olan polis memurlarını gördüm.” 56. 28 Ocak 1998 tarihinde Mahkeme, dördüncü duruşmasını düzenlemiş ve suçlanmakta olan polis memuru Sedat Özdemir’in ifadesini almıştır. Özdemir, Gazi’deki olayın gerçekleştiği sırada tankların birinde görev yapmakta olduğunu belirtmiştir. Tankların, polis memurlarını kalabalıktan korumak için kalkan olarak kullanılmakta olduğunu açıklamıştır. Tankta bulunan tüm polis memurlarının, tabanca taşımakta olduklarını belirtmiştir. 57. Aynı gün Mahkeme ayrıca Sadık Bakır ve Hıdır Elmas isimli iki görgü tanıdığını verdiği sözlü ifadeyi dinlemiştir. Her iki görgü tanığı da olayların gerçekleştiği sırada Cemevi’nde çalışmaktaydılar. 12 Mart 1995 tarihinde kahvehanelere düzenlenen saldırılar ardından insanların, Cemevi’nin toplanmaya başladıklarını ileri sürmüşlerdir. Sakin bir şekilde binanın önünde bekledikleri sırada, sabah 4.00 sularında bir tank Cemevi’ne yaklaşmış ve ışık tutmuştur. Görgü tanıkları, silah sesleri duyduklarını hatırlamışlardır ve Mehmet Gündüz’ün vurulduğunu ve öldürüldüğünü ve birçok insanın sözkonusu ateş sonucu yaralandığını belirtmişlerdir. 58. 27 Şubat 1998 tarihinde Mahkeme, aşağıda şekilde özetlendiği haliyle görgü tanıklarının ifadelerini dinlemiştir: Petrikan Konak
“Ben polis memuruyum. Olayın gerçekleştiği gün, destek sağlamak üzere Gazi Mahallesi’ne çağırıldık. Uzun süre bölge polis karakolunun önünde bekledik. Büyük bir kalabalıkla karşılaştık. Sloganlar atarak bağırmaktaydılar. Sabah, olay yerine askeri güçler geldi. Kalabalık, polis barikatına taşlar ve tuğlalarla saldırıyorlardı. Polise ateş bombaları atıldı. Arkada olduğum için, barikatların yakınında neler olduğunu göremiyordum, fakat bir noktada kalabalık geri çekilmeye başladı. Bazı polis memurları da onları izledi. Çığlıklar ve silah sesleri duydum fakat polis karakolunu terk etmedim. Terörle mücadele şubesinden bazı polis memurlarının MP5 tüfekleri ve kalaşnikoflar taşımakta olduklarını gördüm. Kurşun geçirmez yelekler giymekteydiler.”
Engin Turan
“Olayın gerçekleştiği gece Cemevi’nde beklemekteydim. Sabah 4.00 sularında binaya ışık tutmakta olan bir tank gördüm. Daha sonra tankın arkasından silah sesleri geldiğini duydum. Ateş sırasında birçok kişi vuruldu. Yaralı kişileri hastaneye götürmeye çalıştık. Yaralananlardan biri olay yerinde öldü. Daha sonra isminin Mehmet Gündüz olduğunu öğrendim.”
Fazıl Dural
“Ben gazeteciyim. Haftalık bir dergi için çalışıyorum. Pazar günü Gazi’de gerçekleşen olayları duyduğumda 23.00’da mahalleye gittim. Polis karakolunun karşısında durduğum sırada bir patlama duydum. Daha sonra tankları gördüm. Ateş almış olan bir taksiyi söndürmeye çalışıyorlardı. Sol tarafta tabancaları ile havaya ateş etmekte olan polis memurlarını gördüm. Giydikleri kıyafetlerden, Çevik Kuvvet’ten olduklarını anladım. Bir çok polis memurunun panik içerisinde hareket etmekte olduklarını gördüm. Bir komutan, “Durun yoksa birbirinizi vuracaksınız” diye bağırdı. Yakınlarda bulunan bir binadan yanan bir taksiye bir gaz tüpü atıldı. Araba havaya uçtu. Çocuklar, taş atarak dükkanlara saldırıyorlardı. Ateş bombaları taşıyan insanlar gördüm; yüzlerini örtmüşlerdi. Sanırım, yasadışı bir örgüte mensuptular. Bu ateş bombalarını, tanklara atıyorlardı. Cemevi’nden halkın evine gitmesini söyleyen bir anons yapıldı. Kalabalık sakinleşmeye başlamıştı. Beklemek için yakınlardaki bir kahvehaneye gittim. Bir süre sonra, biri hızla kahvehaneye geldi ve “Saldırmaya başladılar” diye bağırdı. Cemevi’ne gittiğimizde, bir tankın kalabalığın üzerine ışık tutmakta olduğunu gördüm ve tankların arkasından ateş edildi. Birçok insan yaralanmıştı. Mehmet Gündüz olay yerinde hayatını kaybetti.”
Maksut Doğan
“Cemevi’nin yöneticisiyim. Kahvehanelere yapılan saldırıları duyduğumda televizyon izlemekteydim. Duyar duymaz Cemevi’ne koştum. 200-300 kişilik bir grup binamızın ön kısmında toplandı. Belediye başkanı, bu grupla konuşmaktaydı ve onlara evlerine dönmelerini söylüyordu. Halil Kaya’nın cenazesini organize etmeye çalıştığımız sırada, sabah 4.00 sularında iki tank bulunduğumuz binaya yaklaştı. Bir tanesi, binaya ışık tuttu. Önce, iki el silah sesi duydum. Daha sonra ateş devam etti. Cemevi’nin önünde beklemekte olan bir kişi vuruldu ve öldürüldü.”
Nazmi Yükselen
“Gazi’de gerçekleşen olay sırasında öldürülen Fevzi Tunç, meslektaşımdı. Olay günü, Fevzi’nin Gazi Mahallesi’nde bulunan apartman dairesindeydim. Birlikte futbol maçı izliyorduk. Televizyon izlediğimiz sırada kahvehanelere yapılan saldırıyı duyduk. O gece dışarı çıkmadık. Ertesi sabah 10.00’da dışarı çıktık. Cemevi’ne yaklaştığımız sırada büyük bir kalabalık gördük. Biz, otobüsü yakalamaya çalışıyorduk. Ancak, o anda bir silah sesi duyduk. Birinin yere düştüğünü gördük. Fevzi, ona yardım etmeye gitti. Daha sonra silahlarını bize yönelten iki polis memuru gördüm. Biri üniforma giymekteydi, diğeri isi sivildi. Sivil polis memuru, bir M5 tüfek taşıyordu. İkisi de bize ateş ettiler. Fevzi, 60-70metrelik bir mesafeden vuruldu.” 59. 2 Nisan 1998 tarihinde Mahkeme, hiçbiri olaya görgü tanığı olmamış olan Menevşe Poyraz, Haydar Kopal ve Şaziment Şimşek isimli üç müdahilin ifadelerini dinledi. Hepsi de Mahkeme’den yakınlarının ölümünden sorumlu kişilerin cezalandırılmasını istediler. Aynı gün, Mahkeme Özlem Tunç ve Mahmut Yağız’ın ifadelerini dinledi. Özlem Tunç ifadesinde olayın gerçekleştiği sırada Gazi Mahallesi’nde yaşamakta olduğunu belirtti. Olay günü, kahvehanelere yapılan saldırıları duyduğu sırada evdeydi. Neler olduğunu görmek için annesiyle dışarı çıktı. Polis memurlarının, kalabalığa saldırdığına tanık oldu. Polis tarafından ciddi olarak dövüldü. Fevzi Tunç’un cesedini gördü ve Fadime Bingöl’ün öldürüldüğüne tanık oldu. Fadime’nin yüzünden vurulduğu sırada önünde durmakta olduğunu belirtti. Ancak, tanık Fadime’ye kimin ateş ettiğini görememişti. 60. Olay hakkında hatırladıkları sorulduğunda ikinci görgü tanığı, Mahmut Yağız 13 Mayıs 1995 tarihinde sabah 10.00 sularında olayları görmek için dışaır çıktığını belirtmiştir. Sokaklar aşırı derece kalabalıktır. Silah sesleri duyduğunu ve bir grup göstericinin, polise taş attığını gördüğünü hatırlamaktadır. Ayrıca, sivil giyimli iki polis memurunun bir arabanın arkasından ateş ettiklerini gördüğünü hatırlamaktadır. Ateş sonucu, dört kişinin vurulduğunu ve öldüğünü belirtmiştir. Ölenler arasında Fevzi Tunç, Reis Kopal ve Sezgin Engin’in bulunduğunu öğrenmiştir. Sözkonusu kişilerin öldürülmelerinin, kalabalığın polise taş atarak saldırmasına neden olduğunu ileri sürmüştür. İki üniformalı polisin, göstericileri hedef alarak kalabalığa ateş ettiklerini gördüğünü hatırlamaktadır. 61. Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi huzurundaki davalara bakılırken 5 Mart 1998 tarihinde Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Savcısı, Gazi olayı sırasında Adem Albayrak ve Mehmet Gündoğan’ı öldürdükleri için Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’nde iki polis memuru aleyhine bir iddianame sunmuştur. 10 Mart 1998 tarihinde Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi, sözkonusu yargılamaları halen Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi tarafından devam edilen yargılamaya dahil etmeye karar vermiştir. 2 Nisan 1998 tarihli duruşmada Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi, sözkonusu kararı onamıştır. Başvuranlar Veli Kaya ve Mahmut Engin sözkonusu yargılamalarda bulunmuşlardır. 7 Mayıs 1998 tarihinde düzenlenen duruşmada Mahkeme, ifadelerini almıştır. Her iki başvuran da Mahkeme’den oğullarını vuran ve öldüren polis memurlarını bulmalarını istemiştir. 62. 7 Mayıs 1998 tarihinde Mahkeme, Mümtaz Kaya’nın annesi olan Sevgili Kaya’nın ifadesini dinlemiştir: “13 Mart 1995 tarihinde oğlumla birlikte bir arkadaşımı ziyaret etmek üzere Gazi Mahallesi’ne gittik. Yolda büyük bir grup insan gördük. Ansızın, grup kaçmaya başladı. Oğlum., paniğe kapıldı ve kaçmaya çalıştı. Sivil polis memurları, kaçan gruba ateş etti. Oğlum vuruldu. Mümtaz’ı vuran polis memurunu gördüm. Sivildi ve mont giymişti. Ayrıca, aynı polis memurunun Zeynep Poyraz’a da ateş ettiğini gördüm.” 63. Oğlunu vuran polis memurunu teşhis etmesi istendiğinde Sevgili Kaya, sanıklar arasından Mehmet Gündoğan’ı teşhis etti. Ayrıca, teşhis ettiği kişinin Zeynep Poyraz’ı vuran memurla aynı kişi olduğunu da belirtti. 64. Aynı gün Mahkeme, Nuriye Yıldız’ın ifadesini dinledi. İfadesinde aşağıda kaydedilenleri belirtti: “Bir yakınımı ziyaret etmek için Gazi Mahallesi’nde bulunuyordum. Pazar günü orada kaldım ve Pazartesi, evime dönmek üzere yola çıktım. Cemevi’nin yakınındaki okula yaklaştığım sırada Mümtaz Kaya ve annesi ile karşılaştım. Birden bir çatışma başladı ve Mümtaz, bir polis memuru tarafından vuruldu. Mümtaz’ı 15 metre uzaklıktan vuran polis memuru sivildi ve bir elinde cop, diğer elinde bir tabanca taşımaktaydı. İnsanlar, polis tarafından kovalanıyorlardı. Ayrıca, iki tane tank gördüm.” 65. Tanıktan Mümtaz’ı vuran polis memurunu teşhis etmesi istendiği zaman Mehmet Gündoğan’ı göstererek Mahkeme huzurunda Mümtaz’ı vuranın Mehmet Gündoğan olduğunu doğrulamıştır. 66. 12 Haziran 1998 tarihindeki dokuzuncu duruşmada Mahkeme, iki görgü tanığının ifadesini almıştır. İfadeleri aşağıda kaydedilen şekilde özetlenebilir: Muharem Buldukoğlu
“Olaylar başladığı sırada Gazi Mahallesi’nde bulunmaktaydım. Önce tankları, daha sonra tankların arkasına yerleştirilmiş polis memurlarını gördüm. Tankların önünde bekleyen bir grup insan vardı. Ansızın tanklar, kalabalığa doğru ilerlemeye başladı. İnsanlar kaçmaya başladı. Zeynep Poyraz’ın vurulduğunu ve yere düştüğünü gördüm. 50-60 metrelik bir mesafeden vuruldu. Onu kimin vurduğunu görmedim. Zeynep, polislere saldırmıyordu ve yasadışı bir örgüte mensup değildi. Yalnızca polisten kaçmaya çalışıyordu.”
Yalçın Yılmaz
“Olay zamanı Gazi Mahallesi’nde bulunuyordum. Sokaklarda geniş bir insan grubu vardı. Grubun içinde yakınım olan Reis Kopal’ı tanıdım. Reis, polise taşlar atmaktaydı. Polis gruba ateş açtı ve Reis yere düştü. Silah taşıyan iki polis memuru gördüm. Biri üniforma giymekteydi, diğeri sivildi.” 67. Tanıktan Reis Kopal’ı vuran polis memurunu teşhis etmesi istendiğinde, sanıkların arasından Adem Albayrak’ı göstermiştir. 68. Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi, 3 Mart 2000 tarihine kadar 21 duruşma düzenlemiştir ve olayları haber haline getiren gazeteciler olan altı görgü tanığının daha ifadelerini dinlemiştir. Sanık polis memurları Mehmet Gündoğan ve Adem Albayrak, sırasıyla 6 Kasım 1998 ve 3 Mart 2000 tarihlerinde yargılanmaları devam etmekteyken gözaltı hallerinden serbest bırakılmışlardır. 69. 3 Mart 2000 tarihinde Mahkeme, kararını vermiştir. Kararında otopsi raporlarına, balistik raporlara, olay raporlarına, verilen ifadelere, fotoğraflara ve olayın video kayıtlarına dayanan Mahkeme, polis memuru Adem Albayrak’ın Dilek Şimşek Sevinç, Reis Kopal, Fevzi Tunç ve Sezgin Engin’i vurduğunu ve öldürdüğünü tespit etmiştir. Dolayısıyla Albayrak’ı Türk Ceza Kanunu’nun 448. maddesine göre altı yıl sekiz ay hapse mahkum etmiş ve kendisini, dört ay yirmi sekiz gün süreyle kamu hizmetinden men etmiştir. Mahkeme ayrıca polis memuru Mehmet Gündoğan’ı Mümtaz Kaya ve Zeynep Poyraz’ı öldürmekten suçlu bulmuş ve kendisini üç yıl dört ay hapse mahkum ederek Türk Ceza Kanunu’nun 448. maddesine göre iki ay on dört gün süreyle kamu hizmetinden men etmiştir. Kalan on sekiz polis memuru, itham edildikleri suçlardan beraat etmişlerdir. 70. 5 Nisan 2001 tarihinde Temyiz Mahkemesi, beraat ettirilen polis memurları ile ilgili olarak Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararını onamıştır. Ancak, Adem Albayrak ve Mehmet Gündoğan’la ilgili olarak ilk derece Mahkemesi’nin kararını feshetmiştir. İlk derece Mahkemesi’nin dava olaylarını tespit edemediği kararını vermiştir. Ağır Ceza Mahkemesi’nin delilleri değerlendirmenin yetersiz olduğu sonucuna varan Temyiz Mahkemesi, kararın sözkonusu kısmını feshetmiştir. 71. 4 Haziran 2001 tarihinde Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi, yargılamalara yeniden başlamıştır. Dört duruşma düzenlemiş ve dava dosyasını yeniden incelemiştir. 72. 5 Kasım 2001 tarihinde Mahkeme, Temyiz Mahkemesi’nin kararını onamış ve ilk kararını tashih etmiştir. Dolayısıyla, Ağır Ceza Mahkemesi Adem Albayrak’ı, Fevzi Tunç, Reis Kopal ve Dilek Sevinç’i öldürmekten suçlu bulmuş ve beş yıl hapse mahkum etmiştir. Ayrıca Adem Albayrak, üç ay süreyle kamu hizmetinden men edilmiştir. Mahkeme, kendisine yöneltilen diğer suçlardan, Sezgin Engin’in öldürülmesi, beraatine karar vermiştir. 73. Mahkeme, Türk Ceza Kanunu’nun 448. maddesinin aksine Mehmet Gündoğan’ı, Mümtaz Kaya’yı öldürmekten suçlu bulmuştur. Dolayısıyla onu, bir yıl sekiz ay hapse mahkum etmiştir ve üç ay süreyle kamu hizmetinden men etmiştir. Mehmet Gündoğan’ın, kendisine yöneltilen diğer suçlardan, Zeynep Poyraz’ın öldürülmesi, beraatine karar vermiştir. Son olarak, Cezaların İfası Hakkında Kanun’un 6. bölümüne (Kanun no. 647) göre Mahkeme, sanığın kanuna yeniden karşı gelmek eğiliminde olmadığı kanısına vararak Mehmet Gündoğan’ın mahkumiyetini askıya almıştır. 74. 11 Haziran 2002 tarihinde Temyiz Mahkemesi, ilk derece Mahkemesi’nin kararını onamıştır. 75. Dinçer Yılmaz, Hasan Gürgen, Hasan Sel ve Hasan Ersürer’in öldürülmesine ilişkin 1995 senesi Nisan ayında başlatılan soruşturma, halen 1995/6570 saylı dosya hükmünde (bkz. yukarıda kaydedilen paragraf 37) Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Savcısı denetiminde devam etmektedir. Soruşturma sırasında Cumhuriyet Savcısı, tanıkların sözlü ifadelerini almıştır ve otopsi raporlarını, gösteri sırasında çekilen fotoğrafları ve olayın video kayıtlarını incelemiştir. Ayrıca, Gazi olayları sırasında görevde olan polislerin bir listesini talep etmiş ve tabancaların balistik incelemesini istemiştir. Dinçer Yılmaz’ı öldüren mermi bulunamadığı için hiçbir balistik inceleme gerçekleştirilmemiştir. Hükümet’e göre, yetkili makamlar halen failleri aramaktadır. 2. Ümraniye olaylarına ilişkin yargılamalar 76. 11 Nisan 1995 tarihinde Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı’na İçişleri Bakanlığı, İstanbul Valisi, İstanbul Emniyet Müdürü ve Ümraniye Semti’nde 15 Mart 1995 tarihli olaylara dahil olan polis memurları aleyhine ihbaratta bulunulmuştur. Polis tarafından uygunsuz silah kullanımı sonucu Hasan Puyan, İsmihan Yüksel, İsmail Baltacı, Genco Demir ve Hakan Çabuk isimli beş kişinin öldürüldüğü ve yirmi kişinin yaralandığı belirtilmiştir. İçişleri Bakanlığı, İstanbul Valisi ve İstanbul Polis Karakolu Müdürü’nün, polislerin eylemlerini kontrol etmemekle ihmalkar davranmış olduğu ileri sürülmüştür. Ayrıca, ölen kişilerin yakınları, polis memurlarının olay yerinden kaçan kişileri de kovaladıklarını ve onlara ateş açtıklarını ileri sürmüştür. Göstericilerin, polise ateş etmediklerini ileri sürmüş ve iddialarını desteklemek için hiçbir polis memurunun, Ümraniye olayı sırasında yaralanmamış veya öldürülmemiş olduğunu belirtmişlerdir. 77. 15 Nisan 1997 tarihinde Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı, Ümraniye olayı sırasında görevde olan 238 polis memuru hakkında cezai takibat açmama kararı almıştır. Polis memurlarının, göstericileri dağıtmak için havaya uyarı ateşleri açmış olduğunu ve ölen kişilerin hayatlarını, Çevik Kuvvet tarafından açılan ateş sonucu yitirmemiş olduğunu belirtmiştir. Kalabalık üzerine ateş açan sivil giyimli kişilerin, sivil polis olduklarını dair iddiaların doğru olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Sözkonusu sonuca varırken Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı, görgü tanıklarının ölen kişilerin akrabaları da dahil olmak üzere bir grup kişi hakkında verdikleri ifadeleri gözönüne almıştır. Ümraniye Polis Karakolu’nda çalışmakta olan bir grup polis memuru, ayrıca sorgulanmıştır. Ölen ve yaralanan kişilerin vücutlarından çıkarılan sekiz mermi, 238 sanığın silahlarından çıkarılan mermilerle karşılaştırılmıştır. Sonuç olarak, sözkonusu sekiz merminin sanıkların taşıdığı silahlardan çıkan mermiler olmadığı tespit edilmiştir. Olay yerinin video kayıtları ve çekilen resimler, Cumhuriyet Savcılığı’nın eline geçmiştir, fakat başvuranların yakınlarının ölmeleri ardından gerçekleşen olaylarla ilgili oldukları anlaşılmıştır. Kalabalığa ateş açan göstericileri teşhis etmenin mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Cumhuriyet Savcısı ayrıca, polis memurları tarafından havaya açılan ateşin cezai bir suç teşkil etmediğini belirtmiştir. Son olarak, Cumhuriyet Savcısı, henüz diğer yedi polis memuruna ait silahların balistik incelemesi sona ermediği için sözkonusu polis memurlarına ilişkin cezai takibat açılıp açılmayacağına dair kararın daha sonraki bir aşamada verileceğini belirtmiştir. 78. Başvuranlar Sabri Puyan, Hacer Baltacı, Aynur Demir ve Aligül Yüksel karara itiraz etmişlerdir. 79. 13 Kasım 1998 tarihinde Kadıköy Ağır Ceza Mahkemesi, itirazı reddetmiştir. 80. 10 Kasım 1998 tarihinde Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı, 15 Nisan 1997 tarihli kararlarında dayandıkları sebepler nedeniyle, diğer yedi polis memuru hakkında cezai takibat açmama kararı vermiştir. 81. 30 Kasım 1998 tarihinde başvuranlar, 10 Kasım 1998 tarihli takipsizlik kararına itiraz etmişlerdir. İtirazları reddedilmiştir. II. İLGİLİ İÇ HUKUK A. Dahili Mevzuat
1. Anayasal Hükümler ve İdari Yükümlülükler
82. Anayasa’nın 125. maddesi aşağıda kaydedildiği gibidir: “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır… İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” 83. Sözkonusu hüküm, olağanüstü bir durum veya savaş hallerinde dahi hiçbir kısıtlamaya tabi tutulamaz. Hükmün son gereği, yükümlülüğü kesin ve nesnel bir nitelikte olan ve “sosyal risk” teorisine dayanan idarenin, yaptığı hataların mevcudiyetinin kanıtlanmasını mutlak olarak gerektirmez. Bu nedenle Devlet’in kamu düzeni ve güvenliğini sağlama veya kişinin hayatını ve mülkünü koruma görevini yerine getiremediğinin ileri sürüldüğü durumlarda idare, bilinmeyen veya terörist güçlerin eylemlerinden zarar görmüş kişilerin zararını ödeyebilir. 2. Ceza hukuku ve yargılaması 84. Türk Ceza Kanunu, kasıtsız adam öldürme (452. ve 459. maddeler), kasıtlı adam öldürme (448. madde) ve cinayeti (450. madde) cezayı gerektiren suç olarak görür. 85. Tüm bu suçlar için şikayetler, CMUK’un 151. ve 153. maddeleri uyarınca, Cumhuriyet Savcısı’na veya yerel idari makamlara sunulabilir. Cumhuriyet Savcısı ve polis, kendilerine bildirilen suçları soruşturmakla yükümlüdür ve Cumhuriyet Savcısı, CMUK’un 148. maddesine göre cezai takibat açılıp açılmayacağına karar verir. Şikayetçi, Cumhuriyet Savcısı’nın cezai yargılama başlatmama kararına itiraz edebilir. 3. Polis tarafından ateşli silah kullanılmasına ilişkin mevzuat 86. 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun 1934 senesinde düzenlenen ilgili hükümleri, aşağıda kaydedilmiştir: Madde 16 (a) Nefsini müdafaa etmek,…
(h) Polisin vazifesini yapmasına yalnız veya toplu olarak fiili mukavemette bulunulmuş veya taarruzla mümanaat edilmişse.” Ek Madde 6 (16 Haziran 1985 tarihli) “Polis, yakalanması gerekli kişi veya dağıtılması gereken topluluğun direnmesi, saldırıya yeltenmesi veya saldırıda bulunması hallerinde, bu fiilleri etkisiz hale getirmek için zor kullanabilir.
Zor kullanma,direnme ve saldırının mahiyetine ve derecesine göre etkisiz hale getirilecek şekilde kademeli olarak artan nispette bedeni kuvvet, maddi güç ve kanuni şartları gerçekleştiğinde her çeşit silah kullanma yetkilerini ifade eder.
Toplu kuvvet olarak müdahale edilen durumlarda, zor kullanmanın derecesi ile kullanılacak araç ve gereçler müdahale eden kuvvetin amiri tarafından tayin ve tespit edilir.” 87. Polis Vazife ve Selahiye Nizamnamesi’nin 17. bölümü, aşağıda kaydedilmiştir: “Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun 16. maddesi uyarınca, polis memurlarının ateşli silah kullanma yetkileri vardır. Ancak, ateşli silah kullanma, tüm diğer yolların etkisiz kaldığı zamanlarla sınırlı olmalıdır. Bu bağlamda, polisin suçlu kişileri en az fiziksel zararla öldürmeyi değil yakalamayı hedeflemesi ve kalabalık yerlerde ateşli silah kullanmaktan kaçınması gerektiği hatırlatılmalıdır.” A. Uluslararası Yasal Maddeler 88. 1979 senesinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından 690 sayılı karar ile kabul edilen Polis Bildirisi’nin A Bölümü’ne göre, “polis memurları, silah kullanabilme usulleri ve koşullarına ilişkin açık ve kesin talimatlar almalılardır”. 89. Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 6 § 1. maddesi aşağıdaki gibidir: “Her insan doğuştan yaşama hakkına sahiptir. Bu hak hukuk tarafından korunur. Hiç kimse yaşama hakkından keyfi olarak yoksun bırakılamaz.” 90. Bu bağlamda, İnsan Hakları Komitesi aşağıda kaydedilenleri belirtmiştir (bkz. General Comment no. 6, Madde 6, 16. Bölüm (1982), § 3): “6 (1). maddenin üçüncü hükmünce öngörülen yaşamdan keyfi olarak mahrum bırakılmaya karşı koruma büyük önem taşımaktadır. Komite, taraf Devletler’in yalnızca ceza gerektiren eylemler sonucu yaşamdan mahrum bırakmayı engellemek ve cezalandırmak için değil, aynı zamanda kendi güvenlik güçlerince keyfi adam öldürmeyi engellemek için de gerekli önlemleri almalıdır. Devlet makamlarınca yaşamdan mahrum bırakılma, ciddiyet arz eden bir meseledir. Bu nedenle, yasa kesin bir biçimde kişinin sözkonusu otoritelerce yaşamdan mahrum bırakılabileceği durumları kontrol etmeli ve sınırlamalıdır.” 91. Güvenlik Güçlerince Kuvvet ve Ateşli Silah Kullanılmasına ilişkin Birleşmiş Milletler Temel İlkeleri (“BM Kuvvet ve Ateşli Silah İlkeleri”), Suçların Önlenmesi ve Suçlulara Muamele ile İlgili Sekizinci Birleşmiş Milletler Kongresi tarafından 7 Eylül 1990 tarihinde kabul edilmiştir. İlkelerin 1. paragrafı, Hükümetlerin ve kanun koyan organların, kişilere karşı kuvvet ve silah kullanımı hususunda polis memurları tarafından yapılan düzenlemeleri benimsemeleri ve uygulamaları gerektiğini belirtir. Sözkonusu kural ve düzenlemeleri oluştururken Hükümetler ve kanun koyan organlar, sürekli olarak denetlenen kuvvet ve silah kullanımına ilişkin etik sorunları gözönünde bulundurmalıdır. 2. paragraf uyarınca Hükümetler, mümkün olduğunca geniş bir vasıta dizisi oluşturmakla ve polis memurlarına, gücün ve silahın farklı kullanımına izin verecek farklı tür silah ve mühimmatı temin etmekle yükümlüdür. Bu durum, silah ve mühimmat, kişilerin ölümüne ya da yaralanmasına neden olacak uygulamaların kısıtlanması gözönünde tutularak, uygun durumlarda öldürücü olmayan ehliyetsiz silah oluşturmayı kapsamaktadır. Aynı amaçla, polis memurları için herhangi bir türden silah kullanımı ihtiyacını en aza indirmek amacıyla kalkan, miğfer, kurşun geçirmez yelek ve kurşun geçirmez araç gibi kendini savunma ekipmanı tedariki mümkün olmalıdır. İlkelerin 5. paragrafında, inter alia, polis memurlarının “suçun ciddiyetine ve başarılması gereken yasal amaca uygun şekilde hareket etmesi” gerektiği belirtilmiştir. 7. paragraf uyarınca, “hükümetler, polis memurları tarafından keyfi ya da hakaret niteliğinde kuvvet ve silah kullanımının, yasaları uyarınca cezayı gerektiren bir suç olarak cezalandırılmasını garanti etmelidir”. 9. paragraf, “polis memurlarının, kendilerini savunma amacı ya da ölüm veya ciddi yaralanma tehlikesine karşı diğerlerini savunma amacı dışında kişilere karşı ateşli silah kullanmaması gerektiğini…Ateşli silahların kasıtlı olarak öldürücü nitelikte kullanımının ancak, hayatı korumak için kaçınılmaz olduğu durumlarda uygulanabileceğini” öngörür. 11. paragrafta (b), ateşli silahlar hususundaki ulusal kurallar ve düzenlemelerin, “ateşli silahların ancak uygun koşullarda ve gereksiz tehlike riskini azaltma amacıyla kullanıldığını garanti etmesi” gerektiği belirtilmiştir. 13 ve 14. paragraflarda, yasadışı toplantılarda güvenliği sağlamak amacıyla aşağıda kaydedilen ilkeler benimsenmiştir: Paragraf 13 “Yasadışı olan ancak şiddete başvurmayan toplulukların dağıtılmasında, kanun adamları kuvvet kullanmaktan kaçınacak, bunun mümkün olmadığı durumlarda da gerekli asgari derecede kuvvete başvuracaktır.” Paragraf 14 “Şiddete başvuran toplulukların dağıtılmasında, kanun adamları, yalnızca daha az tehlikeli araçları kullanmanın mümkün olmadığı durumlarda ve yalnızca gerekli asgari derecede ateşli silahlardan yararlanabilir. Kanun adamları, 9. İlke’de belirtilen şartlar haricinde, bu gibi durumlarda ateşli silah kullanmayacaktır.” 92. Ayrıca, Birleşmiş Milletler Genel Meclisi tarafından 17 Aralık 1979’da kabul eidlen Kanun Adamları İçin Talimatname’nin 3. maddesi şu şekildedir: “Kanun adamları yalnızca çok gerekli olduğunda ve görevlinin icrası için gereken ölçüde kuvvet kullanabilir”. 93. Uluslararası Af Örgütü, Aralık 1998’de kanun adamları için on temel insan hakları standardı kabul etmiştir. İlgili standartlar aşağıdadır: Temel Standart 3 “Kuvvet kullanımına çok gerekli olduğu durumlar haricinde başvurulmamalı ve şartların gerektirdiği asgari oranda kuvvet kullanılmalıdır.” Temel Standart 4 “Yasadışı olan ancak şiddete başvurmayan toplulukların kontrol edilmesinde kuvvet kullanımından kaçının. Şiddete başvuran toplulukları dağıtırken yalnızca gerekli asgari kuvvete başvurun.” Temel Standart 5 “Kendinizin ya da başkalarının canını korumak için kaçınılmaz olmadıkça ölümcül kuvvete başvurulmamalıdır.” HUKUK I. AİHS’NİN 2. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİALARI 94. Başvuranlar, akrabalarının, 13 ile 15 Mart 1995 tarihleri arasındaki gösterilerde polis memurları tarafından kanun dışı bir şekilde öldürüldüğünden şikayetçi olmuştur. Bu açıdan AİHS’nin aşağıdaki 2. maddesine atıfta bulunmuşlardır: “1. Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimse kasten öldürülemez.
2. Öldürme, aşağıdaki durumlardan birinde kuvvete başvurmanın kesin zorunluluk haline gelmesi sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlali suretiyle yapılmış sayılmaz:
a) Bir kimsenin yasadışı şiddete karşı korunması için;
b) Usulüne uygun olarak yakalamak için veya usulüne uygun olarak tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasını önlemek için;
c) Ayaklanma veya isyanın, yasaya uygun olarak bastırılması için.” A. AİHM önündeki iddialar 1. Başvuranlar 95. Başvuranlar, Mart 1995’te Gazi ve Ümraniye ilçelerinde meydana gelen olayların on yedi kişinin ölümüne neden olduğunu iddia etmiştir. Bu insanların tamamı polis tarafından vurularak öldürülmüştür. Başvuranlar polis memurlarının, ya kasten öldürmek amacıyla ya da yaşamlarına saygı duymamaları nedeniyle göstericilere ateş açtığını öne sürmüştür. Her durumda gerekli olandan fazla ve orantısız kuvvet kullanılmıştır. Başvuranlar ayrıca iki polis memurunun mahkum edilmesi ile sona eren cezai yargılamanın yalnızca dokuz kişinin ölümüne ilişkin olduğunu belirtmişlerdir. Bu açıdan olaylara dair etkili bir soruşturma yapılmadığından şikayetçi olmuşlardır. Özellikle 10 Kasım 1998’de Üsküdar Cumhuriyet Savcısı tarafından verilen takipsizlik kararına dikkat çekmişlerdir. Başvuranlar ayrıca yerel makamların, davayı İstanbul Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’nden Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’ne naklederek adil yargılama haklarını engellediklerini öne sürmüşlerdir. Yetersiz güvenlik tedbirleri nedeniyle başvuranlar yargılama sırasında hayatlarından endişe etmişlerdir. 2. Hükümet 96. Hükümet, başvuranların olaylara ilişkin anlatımına itiraz etmiştir. Yetkili yerel makamların tartışma konusu olaylara ilişkin soruşturmaları uygun şekilde yürüttüğünü vurgulamıştır. Aynı zamanda ölen kişilerin akrabalarına 3713 Sayılı Kanun’un 22. Maddesi uyarınca tazminat ödendiğini belirtmiştir. 97. Hükümet, Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nin, iki polis memurunu Fevzi Tunç, Reis Kopal, Dile Sevinç ve Mümtaz Kaya’yı öldürmekten suçlu bulduğunu ileri sürmüştür. Ağır ceza mahkemesinin, kararını, dava dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra, tanık ifadelerine, otopsi raporlarına, tıbbi raporlara, fotoğraflara ve video kayıtlarına dayanarak verdiğini vurgulamıştır. 98. Hükümet, her iki gösteri sırasında kullanılan kuvvetin orantılı ve gerekli olduğunu savunmuştur. Polis memurlarına yangın bombaları ve taşlarla saldıran göstericilerin dağılmaları için önce sözlü olarak uyarıldıklarını, daha sonra basınçlı su ve cop kullanıldığını ve son çare olarak da polis memurlarının havaya uyarı ateşi açtığını belirtmiştir. Hükümet’e göre göstericiler yasadışı bir örgütün üyeleri tarafından kışkırtılmıştır. Olaylar neredeyse iki gün sürdüğünden, halkın emniyetini korumakla görevli olan polis memurları büyük stres ve psikolojik baskı altında kalmıştır. Son olarak Hükümet, ölenlerin vücüdundan çıkartılan kurşunların güvenlik kuvvetlerinin silahlarından elde edilen kurşunlara uymadığını açıkça gösteren balistik raporlarına atıfta bulunmuştur. B. AİHM’nin değerlendirmesi 99. Bu davada AİHM, sözkonusu dava olaylarının sorumlu Devlet’in başvuranın akrabalarının hayatlarını koruyamadığına ve AİHS’nin 2. maddesi uyarınca sahip olduğu olaya ilişkin yeterli ve etkili soruşturma yürütme şeklindeki usuli yükümlülüğüne uymadığına işaret edip etmediğini belirlemek zorundadır. 100. AİHM, öncelikle, özellikle polisin sırasıyla Gazi ve Ümraniye ilçelerinde meydana gelen iki gösteri sırasındaki davranışları hakkında çelikşkili ifadelerle karşı karşıya olduğunu not eder. 101. Kanıtları değerlendirirken, AİHM “şüpheye yer bırakmayacak” kanıt standardını benimsediğini hatırlar. Bu kanıt, yeterince güçlü, açık ve uyumlu çıkarsamaların ya da olaylara ilişkin yalanmamış, benzer varsayımların bir arada bulunmasından çıkartılabilir (bkz. İrlanda/İngiltere, 18 Ocak 1978 tarihli karar, Seri A no 25. p. 65, § 161, Avşar/Türkiye, no. 25657/94, § 282, AİHM 2001-VII ve Ülkü Ekinci/Türkiye, no. 27602/95, §§ 141-42, 16 Temmuz 2002). 102. AİHM, yardımcı bir kuruluş işlevine sahip olduğunun ve belirli bir davaya özgü şartlar nedeniyle kaçınılmaz hale gelmedikçe bir ilk derece mahkemesinin görevini üstlenme konusunda dikkatli olması gerektiğinin farkındadır. (örneğin bkz. McKerr/İngiltere (karar), no.28883/95, 4 Nisan 2000). İç yargılamanın yapıldığı hallerde, AİHM’nin görevi, olaylara ilişkin yerel mahkemelerin değerlendirmesi yerine kendi değerlendirmesini kabul etmek değildir ve genel bir kural olarak kendilerine sunulan kanıtları değerlendirmek bu mahkemelerin işidir (bkz. Klaas/Almanya, 22 Eylül 1993 tarihli karar, Seri A no. 269, s. 17, § 29). AİHM, yerel mahkemelerin kararlarına bağlı değildir, ancak normal şartlar altında bu mahkemelerin olaylara ilişkin tespitlerinden sapmak için inandırıcı öğelere ihtiyaç duymaktadır (bkz. yukarıda anılan Klaas, s.18, § 30). Yine de AİHS’nin 2. ve 3. maddelerine dayanan iddialar ortaya atıldığında, daha önce belirli yerel yargılamalar ve soruşturmalar yapılmış olsa da, AİHM’nin özellikle kapsamlı bir inceleme yapması gereklidir (bkz. mutatis mutandis, Ribitsch/Avusturya, 4 Aralık 1995 tarihli karar¸Seri A no. 336, § 32, ve yukarıda anılan Avşar, § 283). 103. Buna göre, AİHM, taraflarca kendisine sunulan mevcut kanıtlara dayanarak karar varmalıdır (bkz. bu konudaki son karar Çaçan/Türkiye, no. 33646/96, § 61, 26 Ekim 2004). Bu nedenle, AİHM, sözkonusu davada sunulan belgesel kanıtların, özellikle de yerel makamlar tarafından yürütülen soruşturmalara ilişkin belgelerin ve tarafların yazılı görüşlerinin ışığında ortaya çıkan hususları inceleyecektir. 1. AİHS’nin 2. Maddesinin esası ışığında Hükümet’in ölümlere ilişkin sorumluluğu 104. 2. maddenin metninden anlaşılacağı gibi belirli şartlar altında polis memurları tarafından ölümcül kuvvet kullanıılmasına izin verilmektedir. Ancak 2. madde, polis memurlarına bir carte blanche vermemektedir. Arzu edilen amaç ile bu amaca ulaşmada kullanılan araçlar arasında bir denge sağlanmasının gereğine işaret etmek bile yersizdir (bkz. Güleç/Türkiye, 27 Temmuz 1998 tarihli karar, Reports of Judgments and Decisions 1998-IV, § 71). Devlet görevlilerince girişilen düzensiz ve keyfi eylemler, insan haklarına gösterilmesi gereken saygı ile uyumsuzdur. Bu, ulusal kanunların polis operasyonlarına izin vermekle kalmayıp, keyfiyete ve kuvvet istismarına karşı yeterli ve etkili önlemlerden oluşan bir sistem çerçevesinde bu operasyonları gereğince düzenlemesi gerektiği anlamına gelmektedir (bkz. Makaratzis/Yunanistan [BD], no. 50385/99, § 57, AİHM 2004; aynı zamanda bkz. İnsan Hakları Komitesi, Genel Yorum no. 6, Madde 6, 16. Oturum (1982), yukarıdaki 90. paragraf). 105. Yukarıda belirtilenler ve 2. maddenin demokratik bir toplum dahilinde sahip olduğu önem göz önüne alındığında, AİHM, bu hükmün ihlal edildiği yönündeki iddiaları yalnızca kuvveti uygulayan Devlet görevlilerinin hareketlerini değil, inceleme konusu olan hareketlerin planlanması ve denetlenmesi de dahil ilgili tüm şartları göz önünde bulundurarak dikkatle incelemek zorundadır (bkz. McCann ve Diğerleri/İngiltere, 27 Eylül 1995 tarihli karar, Seri A no. 324, s. 46, § 150). Son anılan bağlamda, ister planlanmış bir operasyon dahilinde ister tehlikeli olduğu düşünülen bir kişinin takibi sırasında, polis memurları görevlerini yerine getirirken denetimsiz bırakılmamalıdır. Bu konuda geliştirilen uluslararası standartlar ışığında, kanun adamlarının hangi kısıtlı şartlar altında kuvvete ve ateşli silahlara başvurabileceğni tanımlayan yasal ve idari bir çerçeve oluşturulmalıdır (örneğin bkz. yukarıdaki 91. paragrafta geçen “BM Kanun Adamları İçin Talimatname”). 106. Bu anlatılanlar ışığında, AİHM’nin, sözkonusu davada yalnızca başvuranların akrabalarına karşı kullanılan ölümcül kuvvetin meşru olup olmadığını değil, operasyonun planlama ve yürütülmesinin göstericilerin hayatlarına yönelik riskleri mümkün olduğunca azaltacak şekilde yapılıp yapılmadığını da incelemesi gerekmektedir. 107. AİHM’ye sunulan kanıtlardan Gazi ve Ümraniye ilçelerindeki gösterilerin barışçıl olmadığı anlaşılmaktadır. Göstericiler sloganlar atmış, polis barikatlarına taş ve yangın bombaları fırlatmış, yakındaki binalara zarar vermiştir. Bu durum ağır ceza mahkemesine çıkan birçok tanık tarafından doğrulanmıştır (bkz. yukarıdaki 53., 54., 55., 58., 60. ve 66. paragraflar). Direnme ve şiddet eylemleriyle karşılaşan polis destek istemiş ve bölgeye üç panzer ile takviye polis kuvvetleri sevkedilmiştir. 108. AİHM, bir ayaklanma ya da isyanın bastırılması amacıyla kuvvet kullanımının 2 § 2 (c) maddesi uyarınca haklı görülebileceğini yineler. Ancak sözkonusu davada başvuranların iddiaları ve Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı, polis memurlarının kalabalığı dağıtmak için göz yaşartıcı bomba, basınçlı su ya da plastik mermi gibi yaşamı daha az tehdit eden yöntemlere başvurmak yerine doğrudan göstericilere ateş ettiğini göstermektedir. Bu bağlamda AİHM, Türk mevzuatının, yalnızca kısıtlı ve özel durumlarda polis memurlarının ateşli silah kullanmasına izin verdiğine dikkat çeker (bkz. yukarıdaki 86-87. paragraflar). Ancak bu ilkenin Gazi ve Ümraniye olaylarında kullanılmadığı anlaşılmaktadır. 109. Hükümet, görüşünde büyük stres ve psikolojik baskı altında olduğukları için polis memurlarının ölümcül kuvvete başvurduğunu ileri sürmüştür (bkz. yukarıdaki 98. paragraf). AİHM, polisin yaşam hakkının korunmasında çok büyük bir rol oynadığını kabul eder. Dolayısıyla tüm parametreleri değerlendirebilmeleri ve operasyonlarını dikkatle düzenleyebilmeleri gereklidir. AİHM’nin kanısınca, Hükümetlerin, polis kuvvetine uluslararası insan hakları ve polis standarlarına uyum amaçlı, etkili bir eğitim verme yükümlülüğü bulunmaktadır. Ayrıca, birçok uluslararası belgede de belirtildiği gibi (diğerlerinin yanı sıra bkz. yukarıdaki 88. paragrafta anılan Avrupa Konseyi Kararı), polise, ateşli silahları nasıl ve hangi şartlar altında kullanabileceğine dair açık ve net talimatlar verilmelidir. 110. AİHM, Gazi olaylarının neredeyse iki gün sürdüğüne ve Ümraniye olayının Gazi olaylarından sonraki gün meydana geldiğine dikkat çeker. Dava dosyasından, her iki olayda da görevli polis memurlarına çok geniş hareket serbestisi tanındığı ve polis memurlarının panik ve baskı altında, kendilerine uygun eğitim ve talimatlar verilmiş olsa muhtemelen almayacakları inisiyatifler aldıkları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla AİHM Hükümet’in savını kabul edemez ve açık, merkezi bir komutanın yokluğunun polis memurlarının doğrudan kalabalığa ateş etmesi riskini artıran önemli bir boşluk teşkil ettiği hükmüne varır. 111. Ayrıca kalabalığı dağıtmak için göz yaşartıcı bomba, plastik kurşun, basınçlı su gibi gerekli ekipmanı sağlama görevi her iki ilçedeki gergin durumdan haberdar olan Güvenlik Kuvvetleri’nin sorumluluğundadır. AİHM’nin kanaatince bu ekipmanın yokluğu kabul edilemez. 112. Sonuç olarak, AİHM sözkonusu davanın şartları dikkate alındığında göstericileri dağıtmak için kullanılan ve on yedi kişinin ölümüne neden olan kuvvet, 2. maddenin anlamı dahilinde kesinlikle gerekli olandan fazladır. 113. Dolayısıyla bu bakımdan 2. madde ihlal edilmiştir. 2. Soruşturmanın yetersiz olduğu iddialarına ilişkin olarak 114. AİHS’nin 2. maddesi uyarınca hayatı koruma yükümlülüğü, Devlet’in AİHS’nin 1. maddesi uyarınca sahip olduğu “kendi yetki alanı içinde bulunan herkese bu Sözleşme’de açıklanan hak ve özgürlükleri tanıma”ya yönelik genel görevi ile birlikte ele alındığında, kişilerin kuvvet kullanımı sonucunda ölmesi halinde bir tür etkili soruşturma yürütülmesini gerektirir (bkz. Çakıcı/Türkiye [BD], no. 23657/94, § 86, AİHM 1999-IV). 115. Belirli bir durumda, soruşturmanın ilerlemesini engelleyen engeller ve zorluklarla karşılaşılabileceği kabul edilmelidir. Ancak, kamuoyunda hukukun üstünlüğünün korunduğuna dair güven sağlanması ve yasadışı eylemlere destek verme ya da göz yumma görüntüsünün oluşmaması açısından, ölümcül kuvvet kullanımına ilişkin bir soruşturmada yetkili makamların hızla harekete geçmesinin büyük önem taşıdığı kabul edilebilir (genel olarak bkz. McKerr/İngiltere, no. 28883/95, §§ 108-115, AİHM 2001-III). 116. Soruşturma, öncelikle olayın hangi şartlar altında meydana geldiğini belirleyebilmeli, daha sonra da sorumluların tespit edilip cezalandırılmasını sağlayabilmelidir. Bu, sonuçlara değil araçlara ilişkin bir yükümlülüktür. Bu bağlamda, hız ve makul çabukluk şartı da yer almaktadır (bkz. Kelly ve diğerleri/İngiltere, no. 30054/96, §§ 96-97, 4 Mayıs 2001). 117. Her durumda, ulusal mahkemeler hiçbir şart altında hayatı tehlikeye atan suçların cezasız kalmasına göz yummamalıdır. Halkın güveninin sürmesini ve hukukun üstünlüğünü sağlamak, yasadışı fillere destek verme ya da göz yumma görüntüsü oluşmasını engellemek için bu şarttır (bkz. mutatis mutandis, Hugh Jordan/İngiltere, no. 24746/94, § 108, AİHM 2001-III). Dolayısıyla AİHM’nin görevi, yerel mahkemelerin kararlarını verirken AİHS’nin 2. maddesinde öngörülen dikkatli inceleme yükümlülüğüne ne kadar bağlı kaldıklarını incelemekten ibarettir; bu şekilde kullanılan adli sistemin caydırıcı etkisini ve yaşam hakkı ihlallerini önlemede oynaması gereken büyük rolü yitirmesini engellenecektir. 118. Sözkonusu davanın olaylarına dönüldüğünde, AİHM yerel makamların Gazi ve Ümraniye olaylarına ilişkin üç farklı soruşturma açtığını gözlemler (bkz. yukarıdaki 33 ila 81. paragraflar). Ancak bu soruşturmaların yürütülmesinde çarpıcı noksanlıklar bulunmaktadır. 119. Yukarıda belirtildiği gibi, Dilek Şimşek Sevinç, Reis Kopal, Zeynep Poyraz, Fevzi Tunç, Fadime Bingöl, Ali Yıldırım, Mehmet Gündüz, Mümtaz Kaya ve Sezgin Engin’in ölümleri hakkındaki soruşturma, yirmi polis memura hakkında kovuşturma açılmasına neden olmuştur. Neredeyse yedi yıl süren yargılamanın sonunda bir polis memuru Fevzi Tunç, Reis Kopal ve Dilek Şimşek Sevinç’i öldürmekten suçlu bulunmuş ve beş yıl hapse mahkum edilmiştir. Bir başka polis memuru da Mümtaz Kaya’yı öldürmekten suçlu bulunmuş, ancak cezası mahkeme tarafından tecil edilmiştir. İki polis memuru da üç ay süreyle kamu hizmetinden men edilmiştir. 120. Soruşturmanın bu kısmına ilişkin olarak AİHM ağır ceza mahkemesi tarafından alınan önlemlerin ağır ve gönülsüz olduğunu gözlemler. Davanın görülmesine Temmuz 1995 tarihinde başlanmasına rağmen, dava dosyası Haziran 1997’ye kadar, önce güvenlik nedenleri ile daha sonra da görev alanına ilişkin sebeplerle çeşitli yerel mahkemelere gönderilmiştir (bkz. yukarıdaki 38 ila 51. paragraflar). Ayrıca, yargılamanın sonunda iki polis memurunun dört kişiyi öldürmekten suçlu bulunmasına karşın, yerel mahkemeler, yargılamanın hiçbir aşamasında makamların operasyonun yürütülmesindeki kusurlara ilişkin genel sorumluluğunu ve göstericileri dağıtmak için orantılı bir kuvvet kullanmadaki yetersizliklerini incelememiştir. Bu bağlamda, sözkonusu memurların nispeten hafif bir ceza aldıkları da not edilebilir (bkz. yukarıdaki 72 ve 73. paragraflar). 121. Hasan Sel, Hasan Ersürer, Hasan Gürgen ve Dinçer Yılmaz’ın ölümleri hakkındaki soruşturmaya ilişkin olarak, AİHM bu soruşturmanın halen Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Savcısı önünde devam etmekte olduğuna dikkat çeker. Bu bağlamda, şu anda soruşturmanın on yıldan uzun süredir devam etmekte olduğunu ve somut herhangi bir sonuca ulaşılamadığını gözlemler. 122. Son olarak, Üsküdar Cumhuriyet Savcısı’nın takipsizlik kararı ile sonuçlanan Ümraniye olayları hakkındaki soruşturmaya ilişkin olarak, AİHM, polis tarafından orantısız ölümcül kuvvet kullanıldığı yolundaki böylesine ciddi bir iddia karşısında Cumhuriyet Savcısı’nın daha fazla inisiyatif almasının gerektiği kanısındadır. Bu bağlamda, takipsizlik kararının, şikayetçilerden alınan ifadelere, o gün görevli olan bazı polis memurlarının ifadelerine ve olay yerinde bulunan ya da ölen veya yaralanan kişilerin vücutlarından çıkartılan sekiz kurşunun balistik incelemesine dayandığını gözlemler. Ancak AİHM makamların olaydan sonra yalznıca sekiz kurşun ele geçirebilmesini çarpıcı bulmaktadır. Üstelik balistik raporları yalnızca bu kurşunlar ile o gün görevde bulunan iki yüz otuz sekiz polis memurunun tabancalarından çıkan kurşunların karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Bu kurşunların ne tür silahlardan ya da ne mesafeden atıldığına dair bir işaret bulunmamaktadır. 123. Ayrıca, AİHM’ye sunulan belgelerden, Cumhuriyet Savcısının polis memurlarının olaylara ilişkin raporunu sorgusuz sualsiz kabul ettiği anlaşılmaktadır (bkz. yukarıdaki 77. paragraf). 124. Bu anlatılanlar göz önüne alındığında, AİHM, yerel makamların, başvuranların akrabalarının ölümleri hakkında hızlı ve yeterli soruşturmalar yürütmediği hükmüne varır. Türk ceza hukuku sisteminin Mart 1995’deki trajik olaylara ilişkin çalışma biçimi Devlet görevlilerinin veya yetkili makamların bu olaylardaki rolüne dair hesap vermesini sağlayamamıştır. Sonuç olarak yetkili makamlar bu konudaki temel sorumluluklarını gözardı etmiştir. 125. Özet olarak AİHM, sözkonusu davada, başvuranların akrabalarının ölümlerini çevreleyen şartlar hakkında hızlıve yeterli bir soruşturma yapılamaması nedeniyle, AİHS’nin 2. maddesinin usuli yönden ihlal edildiğine karar verir. II. AİHS’NİN 6. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI 126. Başvuranlar, AİHS’nin 6 § 1. maddesine aykırı olarak, davalarının etkili biçimde görülmesini isteme haklarının ihlal edildiğinden şikayetçi olmuştur. Dava olaylarının Dilek Şimşek Sevinç, Dinçer Yılmaz, Reis Kopal, Zeynep Poyraz, Fevzi Tunç, Sezgin Engin, Fadime Bingöl, Mümtaz Kaya, Hasan Gürgen, Ali Yıldırım, Hasan Sel, Mehmet Gündüz, İsmail Baltacı, Hasan Puyan, Hakan Çabuk, Genco Demir ve İsmihan Yüksel’in ölümleri hakkında etkili bir soruşturma yürütme arzusu olmadığını gösterdiğini ileri sürmüşlerdir. 6 § 1. madde şu şekildedir: “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.” 127. Hükümet, olaya ilişkin soruşturmanın ve polis memurları hakkındaki kovuşturmanın başvuranların iddiaları için etkili bir hukuk yolu sağladığını iddia etmiştir. 128. AİHM, başvuranların AİHS’nin 6 § 1. maddesi bağlamındaki şikayetlerinin, soruşturma makamlarının başvuranların akrabalarının ölümü hakkındaki tutumu ve bu durumun şikayetlerini tazminde yardımcı olacak etkili hukuk yollarına ulaşmaları üzerindeki etkisine ilişkin daha genel şikayet ile iç içe olduğunu gözlemler. Dolayısıyla, başvuranların 6. maddeye ilişkin şikayetlerini, Sözleşmeci Devletlerin AİHS’nin 13. maddesi uyarınca sahip olduğu, AİHS ihlalleri hususunda etkili bir hukuk yolu sağlamaya yönelik daha genel yükümlülükler dahilinde incelemek uygun olacaktır. Bir 2. madde ihlalinin, yalnızca kurbanın yakınlarına ödenecek bir tazminat ile çözüme kavuşturulamayacağı not edilmelidir (bkz. mutatis mutandis, Aksoy/Türkiye, 18 Aralık 1996 tarihli karar, Reports 1996-VI, ss. 2285-86, §§ 93-94, ve Aydın/Türkiye, 25 Eylül 1997 tarihli karar, Rerports 1997-VI, ss. 1894-96, §§ 100-103). 129. Sökonusu davada sunulan kanıtların ışığında, AİHM, Hükümet’in AİHS’nin 2. maddesi uyarınca başvuranların akrabalarının ölümünden sorumlu olduğu hükmüne varmıştır (bkz. yukarıdaki 104 ila 113. paragraflar). Dolayısıyla, başvuranların bu bağlamdaki şikayetleri 13. maddenin maksadı açısından “savunulabilir” kabul edilebilir (bkz. Boyle ve Rice/İngiltere, 27 Nisan 1988 tarihli karar, Seri A no. 131, s. 23, § 52, ve Kaya/Türkiye, 19 Şubat 1998 tarihli karar, Raporlar 1998-I, § 107). 130. Yetkili makamların başvuranın erkek kardeşinin ölümünü çevreleyen olaylara ilişkin etkili bir soruşturma yürütme yükümlülüğü bulunmaktadır. Yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü (bkz. yukarıdaki 118-125. paragraflar), 2. maddedeki soruşturma yapma yükümlülüğünden daha geniş şartlar getiren 13. maddeye uygun, etkili bir cezai soruşturma yapıldığı kabul edilemez (bkz. yukarıda anılan Kaya, § 107). Bu sebeple, AİHM, başvuranların, akrabalarının ölümü konusunda etkili bir hukuk yolundan ve dolayısıyla da tazminat talebi gibi diğer hukuk yollarından yararlanmalarının engellendiği hükmüne varır. 131. Bu nedenle AİHS’nin 13. maddesi ihlal edilmiştir. III. AİHS’NİN 14. VE 17. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI 132. Başvuranlar, AİHS’nin 14. ve 17. maddelerine dayanarak dini inançları nedeniyle ayrımcılığa uğradıklarını iddia etmiştir. 133. Hükümet, olgusal temelleri olmadığını belirtmenin dışında bu şikayetleri ele almamıştır. 134. AİHM, kendisine sunulan kanıtların ışığında başvuranların iddialarını incelemiş, ancak bunları asılsız bulmuştur. Dolayısıyla bu hükümler ihlal edilmemiştir. IV. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI 135. AİHS’nin 41. maddesi şöyledir: “Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollarının ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.” A. Tazminat 136. Başvuranların her biri maddi ve manevi tazminat olarak 200.000 Euro talep etmiştir. 137. Hükümet, bu talebe itiraz etmiştir. Miktarın aşırı ve temelsiz olduğunu savunmuştur. 138. AİHM, başvuranların akrabalarının ölümleri nedeniyle herhangi bir maddi zarara uğradıklarını kanıtlamadıklarını not eder. Dosyada ölen kişilerin ailelerine maddi yardımda bulunup bulunmadıklarına dair bir bilgi yer almamaktadır. Sonuç olarak AİHM, bu dava şartlarında, başvuranlara maddi tazminat olarak bir ödeme yapmayı uygun bulmamaktadır. 139. Yine de AİHM, AİHS’nin 2. ve 13. maddelerine dair verdiği ihlal kararlarının ciddiyetini göz önünde bulundurarak manevi tazminat olarak bir ödeme yapılması gerektiği kanısındadır. Dolayısıyla benzer davalarda ödenmesine karar verdiği miktarları göz önünde bulundurarak ve eşitlik temelinde yaptığı değerlendirme sonucunda, AİHM manevi tazminat olarak –Ali Şimşek, Şaziment Şimşek, Dilay Şimşek, Erkan Şimşek, Gökhan Şimşek ve Şenay Şimşek’e toplam 30.000 Euro; ve
– diğer başvuranların, yani Hakkı Yılmaz, Hüseyin Kopal, Cemal Poyraz, Hacer Baltacı, Mustafa Tunç, Mahmut Engin, Arslan Bingöl, Veli Kaya, Mehmet Gürgen, Çiçek Yıldırım, Hüseyin Sel, Mukaddes Gündüz, Sabri Puyan, Zeynel Abit Çabuk, Aynur Demir ve Aligül Yüksel’in herbirine 30.000 Euro ödenmesine karar vermiştir. B. Mahkeme masrafları 140. Başvuranlar mahkeme masrafları için herhangi bir talepte bulunmamıştır. Dolayısıyla AİHM bu başlık altında bir tazminat ödenmesine karar vermemekteir. Başvuranların, başvuruda bulunmak için Avrupa Konseyi’nden adli yardım aldıklarını not eder. C. Gecikme faizi 141. AİHM, gecikme faizi olarak Avrupa Merkez Bankası’nın kısa vadeli kredilere uyguladığı faiz oranına üç yüzde puanı eklemek suretiyle elde edilecek oranın uygun olduğuna karar vermiştir. BU SEBEPLERLE AİHM, OYBİRLİĞİ İLE 1. AİHS’nin 2. maddesinin hem esasi hem de usuli yönden ihlal edildiğine; 2. Başvuranların, AİHS’nin 6 § 1. maddesine dayanarak yaptıkları şikayetleri incelemenin gerekli olmadığına; 3. AİHS’nin 13. maddesinin ihlal edildiğine; 4. AİHS’nin 14. ve 17. maddelerinin ihlal edilmediğine; 5. a) Sorumlu Devlet’in, kararın AİHS’nin 44 § 2. maddesi uyarınca kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde aşağıdaki meblağları, her türlü vergi ve harçlar muaf olmak üzere ödeme günündeki kur üzerinden Türk lirasına dönüştürerek başvuranlar tarafından belirtilen Türkiye’deki banka hesabına yatırmasına: (i) Ali Şimşek, Şaziment Şimşek, Dilay Şimşek, Erkan Şimşek, Gökhan Şimşek ve Şenay Şimşek’e manevi tazminat olarak toplam 30.000 Euro (otuz bin Euro)
(ii) diğer başvuranların, yani Hakkı Yılmaz, Hüseyin Kopal, Cemal Poyraz, Hacer Baltacı, Mustafa Tunç, Mahmut Engin, Arslan Bingöl, Veli Kaya, Mehmet Gürgen, Çiçek Yıldırım, Hüseyin Sel, Mukaddes Gündüz, Sabri Puyan, Zeynel Abit Çabuk, Aynur Demir ve Aligül Yüksel’in herbirine manevi tazminat olarak 30.000’er Euro (otuz bin Euro) ödenmesine karar vermiştir b) yukarıda belirtilen üç aylık sürenin aşılmasından ödeme gününe kadar geçen süre için Avrupa Merkez Bankası’nın uyguladığı faiz oranına üç puan eklemek suretiyle elde edilecek oranın gecikme faizi olarak uygulanmasına; 6. Başvuranların adil tazmin taleplerinin kalanının reddine karar vermiştir. İngilizce olarak hazırlanmış ve Mahkeme İç Tüzüğünün 77 §§ 2. maddesi uyarınca 26 Temmuz 2005 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir.
S. NAISMITH Bölüm Sekreter Yardımcısı | J.-P. COSTA Başkan |
______________________________
Sivas Katliamı : Alevilerin Kanayan Yarası
Ali Yıldırım I.KANLI SİVAS’TAN OZANLAR ŞEHRİ’NE Pir Sultan kızıydım ben de Banaz’da Kanlı yaş akıttım baharda yazda Dedemi astılar KANLI SİVAS’TA Darağacı ağlar Pir Sultan deyü Pir Sultan Abdal’ın tarihsel duruşundan mıdır nedir bilinmez yakın zamana kadar Sivas denilince akla Pir Sultan ve Alevilik gelirdi. Ne var ki Sivas Alevilerin nazarında Pir Sultan’ın asıldığı şehir olarak pek makbul bir sicile sahip değildir. Yine de Aleviler bu olayı bir kan davasına dönüştürmemişler, iktidar mensupları ile Sivaslı sıradan insanı ayırmışlar ve Sivas’a “ozanlar şehri” olarak sahip çıkmışlardır. Hatta yetiştirdiği ozanlar dolayısıyla Sivas’ın ayrıcalıklı, özel bir yeri vardır denilebilir. Nasıl olmasın ki Ağahi, Aşık Veli, Ali İzzet, Aşık Veysel, Kemter ve daha niceleri... Sivas toprağında yetişmemiş miydi? Sivas şehri’nin kara tarihi/talihi cumhuriyetle bir parça dönmüştür. Çünkü Sivas köhne Osmanlı’nın yerine kurulan genç Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı yerlerden biri olmuştur. Bundan dolayıdır ki Sivas Şehri demokrat ilerici kimliğiyle bilinmiş, anılmıştır. II.PİR SULTAN’IN DİRENCİ HIZIR PAŞA’NIN İHANETİ İlimi sorarsan köyümdür Banaz Yakılsın yıkılsın ol KANLI SİVAS Bir ben ölmeyinen cihan yıkılmaz Açılın zındanlar Pir’e gidelim! 12 Eylül sonrasında Sivas’ın toplumsal dokusunda köklü değişiklikler olur. Sivas büyük göç veren şehirlerin başında gelir. Sivas’tan göçenlerin çoğunu ilerici unsurlar, Aleviler oluştur. Onlardan boşalan yerleri ise tam karşıt güçler doldurur. On yıl içinde Sivas’ın yüzü kararır. 1989 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin belediye başkanlığını kazanmasıyla gerici güçler bütünsel olarak Sivas’ta kurumsallaşmaya başlar. Belediye olanakları sınırsız bir biçimde Şeriatçı çevrelerin hizmetine sunulur. Anadolu’nun bu demokrat kimlikli kenti gerici bir dokuya bürünmüştür. 12 Eylülcülerin toplumsal güçleri bastırmak için dinci gericiliği kullanmaları sonuçlarını vermiş, gerici güçler sahiplerinin dahi zor kontrol ettikleri bir noktaya gelmiştir. Tarih boyunca Sivas kentinin şahsında hep iki çizgi varlığını devam ettirir. Pir Sultan Abdal’ın başeğmez direnişçi yolu ile Hızır Paşa’nın hain, ihanetçi çizgisi. Bu iki farklı dünya anlayışı, bu insanlığın hizmetinde olma ile ona ihanet etme çizgisi 2 Temmuz 1993 tarihinde bir kez tarih sahnesinde ortaya çıkacaktır. III.SİVAS ELLERİNDE SAZIM ÇALINIR Pir Sultan Abdal Kültür Derneği geleneksel olarak 1978’den beri düzenlemekte oldukları Banaz Pir Sultan Abdal Şenlikleri daha görkemli, daha kalıcı bir biçimde gerçekleştirmek için 1993 yılında da aylar öncesinden hazırlıklara başlarlar. Tüm demokratik kitle örgütlerine ve Alevi kuruluşlarına çağrı yaparak Banaz şenliklerini paylaşmayı, birlikte yapmayı teklif ederler. Bu etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülür. 1993 şenlikleri için bilinen tanınan yazarları sanatçıları yapılan davete olumlu yanıt verirler. Pir Sultan Abdal Şenlikleri Pir Sultan Abdal’ın toplumsal ve inançsal duruşuna uygun olarak geniş kapsayıcı sosyal bir organizasyon olacaktır. Ankara’dan İstanbul’dan Anadolu’nun dört bir yanından yola çıkan Pir Sultan yolcuları 1 Temmuz 1993 sabahı Sivas’ta buluşurlar. Programa göre iki gün Sivas’ta etkinlikler gerçekleştirilecek ardından ise Banaz’a geçilecektir. Fakat Sivas eski Sivas değildir, daha sabahın ilk saatinde, daha Sivas’a girer girmez farkedilir bu. İnsanı sıkıp boğan, söylenmesi gerekip de söylenmeyen bir söz gibi rahatsız eden bir havası vardır Sivas’ın. Pir Sultan’ın torunları kendi havalarını hakim kılmakta gecikmezler şehre. Şenlik başlar, deyişler, semahlar birbirini izler. Söyleşiler, paneller izleyici ile dolup taşar. Korkulacak bir şey olmadığını düşünür herkes. Kaygıların boşuna olduğunu söylerler birbirine. Sivas da bizim şehrimiz derler. Ne yazık ki bir gün geçmeden bu görüşlerin tam tersini yaşayacaklardır. IV.PLANLI PROGRAMLI KATLİAM Sorma be birader mezhebimizi, Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır. Mezhep bilmeyen, insanlık yolu dışında başka yol tanımayan, sevgiyi kendisine din edinmiş insanlar Sivas’ta kendileri için kurulan tuzaklardan habersizdirler. Sivas’ı bilip tanıyanlar şenlikle ilgili olarak kaygılarını dile getirdiklerinde, şenliğin devletle/kültür bakanlığıyla ortak olarak düzenleniyor olması, Sivas valisinin demokrat kimlikli bir kişi olması, iktidar ortaklarından SHP’nin Alevilerin oy verdikleri bir parti olması gerekçe gösterilerek kaygı giderilmeye çalışılmıştır. Tüm bunların birer yanılgı olduğu anlaşılacaktır ama ne pahasına... Şeriatçı karanlık güçler günler öncesinden Sivas’ta Alevilerin, demokratların varlık göstermesini engellemek ve onlara “müslüman mahallesinde salyangoz sattırmamak” için hazırlıklara girişirler. Gazete ilanları vererek, bildiriler hazırlayıp dağıtarak yalan dolana dayalı provakasyon ortamı hazırlarlar. Güya şenlik için Sivas’a gelecek olan Aziz Nesin peygamberin eşine hakaret eden Salman Rüştü’nün kitabını yayınlamıştır. Bu tamamen yalandır, ne bir hakaret ne de bir kitap yayınlama olayı sözkonusu değildir. Ama yalana dayalı tahrik şeriatçılar için yeni bir şey sayılmaz. Daha 1978 yılında, yine Sivas’ta “Aleviler camiyi bombaladı” yalanını uydurup halkı birbirine düşürmeye kalışıkan kendileri değil midir? Maraş katliamı öncesi aynı provakasyonu yapmamış mıdırlar. 2 Temmuz’dan 15 gün önce şeritaçılarca tüm Sivas’a dağıtılan Müslüman Kamuoyuna başlıklı ve altında Müslmanlar imzası olan bildiride halk “cihada” çağrılır:”Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber bir ekiple birlikte, şehrimiz Valisi tarafından davet edilip, şehirde adeta Müslümanlar’la alay edercesine gezebilmektedir Kâfirler şunu iyi bilmeli ki: İslâmın Peygamberi’ni ve kitab’ın izzetini korumak için, bu uğurda verilecek canlarımız vardır. Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür.” İlk gün şeriatçılar pusuda beklerler. Saldırı için her zaman yaptıkları gibi Cuma gününü ve Cuma namazını beklerler. 2 Temmuz günü Cuma namazından çıkan kalabalıklar katillerin kışkırtmasıyla harekete geçeler. Önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne saldırırlar. Arkasından Sivas katliamının yaşanacağı Madımak Oteli kuşatılır. Tüm dünyanın gözü önünde Sivas katliamı yaşanır. 2 Temmuz Sivas katliamı üzerinden geçen yıllara rağmen Alevilerin nazarında küllenmemekte, tam tersine Sivas yangını Alevilerin kanayan yarası olmaya devam etmektedir. Sivas katliamı Alevilerin yaşadığı diğer bir çok katliamlara benzemekle birlikte ondan bazı çok trajik unsurlarla farlılık göstermektedir. Bu nedenle “Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, bu nedenle “Sivas unutulmayacak” sözleri bu katliama karşı her fırsatta dile getirilmektedir. Çünkü 8 saat insanlar Madımak Otelinde kendilerine bir yardım eli uzanmasını beklerler. Cumhurbaşkanı aranır, başbakan aranır, başbakan yardımcısı, bakanlar aranır. Tanıdık bildik etkili yetkili kim varsa bir umut olarak aranır ama güvenlik güçleri de dahil hiçbir güç gelip de şeriatçı güçleri dağıtmaz, Pir Sultan torunlarını kurtarmaz! Bu ne derin acıdır! Bu ne büyük bir trajedidir. Sivas’ta göz göre göre insanlar katledilir. Şeriatçılar bir bayram yerinde buluşmuş gibi Madımak Oteli’ni sarar ve insanlarımızı katlederler. Bu katiller günler öncesinden hazırlık yapmalarına rağmen yakalanmamış, engellenmemiştir. Sivas gibi küçücük bir şehirde kimin ne dolap çevirdiğinin bilinmemesi mümkün müdür? Tersine istihbarat birimleri “olay çıkacağını rapor ettik” demektedirler. Olay çıkmamış, katliam yaşanmıştır. Sivas belediye başkanı katilleri “gazanız mübarek olsun” diye kutlamaya kadar işi vardırmıştır! 8 saat genç kızlarımızın, oğlanlarımızın, şairlerimizin, bağlama ustalarımızın, semahçılarımızın çığlıklarına tüm insanlık kulaklarını tıkamıştır. Başta iktidar sahipleri olmak üzere! 8 saat içinde dünyanın bir başka ucuna müdahale edilebildiği halde, Sivas’a yardım gönderilmemiş, insanların katledilmesine engel olunmamıştır! Sivas nasıl unutulur? BUNLARI UNUTMA! Bazı anlarda bazı sözler söylenir, bazen bu sözlerin ve bu sözleri söyleyenlerin asla unutulmaması gerekir. Bu sözler ve onları söyleyenler yeni acılar yaşanmaması için, yeni katliamlar olmaması için, dostu düşmanı tanımak ve aklımızdan çıkarmamak için kesinlikle unutulmamalıdır. Taşlara, demirlere bu sözler kazınmalı ve bir kenara konulmalıdır. Sivas katliamı yaşanırken de unutulmaması gerekin sözler söylenmiştir. Hem de bu sözleri dönemin Cumhurbaşkanı, dönemin başbakanı söylemişlerdir. Bu sözler bize katliamın arkasındaki gizi ifade etmektedir. UNUTULMAYACAK SÖZLER BİR “GÜVENLİK GÜÇLERİ İLE HALKI KARŞI KARŞIYA GETİRMEYİN!” Sözün sahibi Cumhurbaşkanı’dır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Katiller Madımak Otelini kuşatmış, insanlar içeride çığlıklarla yardım beklerken bu sözü defalarca Sivas valisine ve emniyet müdürüne söylemiştir. Demirel’in vatandaş dediği şeriatçı katillerdir. Ve güvenlik güçlerinin onlara müdahale etmesine engel olmakta, katillerin işlerini rahatça yapmalarını istemektedir adeta. Katillere karşı gelmeyin, bu sözün anlamı bundan başka nedir? Bu söz nasıl unutulur? UNUTULMAYACAK SÖZLER İKİ “OTELİ SARAN VATANDAŞLARIMIZA BİR ŞEY OLMAMIŞTIR!” Sözün sahibi Başbakan’dır. Başbakan Tansu Çiller. Çiller Madımak Otelini saran ve insanlarımızı katleden şeriatçı katillere bir şey olmadığını, katillerin burunlarının kanamadığını müjdelemektedir. Başbakan’ın vatandaş dediği de şeriatçı katillerdir. Ya içeride çığlıklarla yardım bekleyenler? Onların vatandaşlık hakları? Onların yaşama hakları? Çillerin umrunda olan, Çillerin bu sözleri ile gözetip kayırdığı katillerdir mağdurlar değil. Bu sözler nasıl unutulur? Ya bu sözleri söyleyenlerin partisine oy veren, oy vermeye çağıran Aleviler, sözde Alevi önderleri onlar nasıl unutulur? V.ATEŞTE SEMAHA DURANLAR ŞİVAS ŞEHİTLERİMİZ Nesimi Çimen:Üç telli curanın üstadı. Sarız 1926 Asım Bezirci:Sosyalizm ve Edebiyat. Erzincan 1927 Metin Altıok:Kara kutu, şiir, felsefe. Bergama,1941 Muhlis Akarsu:Kula kulluk yakışır mı? Kangal 1948 Behçet Aysan:Sefa’sını ölümüle öğreten şair. Ankara 1949 Muhibe Akarsu:Akarsuyum böyle miydi ahdımız? Kangal 1958 Edibe Sulari: Davut Sulari’nin yadigarı. Erzincan 1953 Uğur Kaynar:Militan, şair, elyazarı. Zara 1956 Asaf Koçak:Yok devenin kuşu, bir sır “Cop Cumhuriyeti”nin çizeri, Yerköy 1957 Erdal Ayrancı:Hep barikatın başında. Niğde 1958 Sehergül Ateş:Biz onunla baba kız değildik. O hem sırdaşım, hem yoldaşım, hem dayanağım ve gücümdü; babasının sözleri. Ankara 1953 Hasret Gültekin:Koçgiri’den, Han Köyü’nden. 1965 Muammer Çiçek:Bir oyun yazdı “İnadına Yaşamak”. Muammer Çiçek:Bir oyun yazdı “İnadına Yaşamak”.Yalınyazı Köyü, Zile 1967 Gülender Akça:Abidin ve Sultan’ın gözbebekleri. Divriğinin Şahin Köyü’nden, 1968 Mehmet Atay:Şahanım, şahdamarım, yangın yüreklim. Divriği 1968 Sait Metin:Uzundu, usuldu dedemin boyu. Divriği 1970 Carina Johanna:Alevilik araştırmacısı, “yabancı değil”. Hollanda 1970 Gülsün Karababa:Babası”Kızım benden daha iyi saz çalacak” derdi. Divriği 1971 İnci Türk:Çiçek açar domur domur dal verir. Balıkesir 1971 Huriye Özkan:Havanın yüzünde semah dönerken. Ankara 1971 Murat Gündüz:Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, en sevdiği dize.Ankara 1971 Ahmet Özyurt:Çok seviyorum düşüncelere dalmayı. Enstein gibi düşünerek kendimden geçmeyi. Kendi dizeleri. Ankara 1972 Handan Metin:Tüm güzellikleri toplayıp uzun bir yola çıktın. Ankara 1973 Yeşim Özkan:Ballıhan, erenlerin bal çiçeği. Ankara 1973 Yasemin Sivri:Kamber’in profesörü, kitap kurdu. Ankara 1974 Serpil Canik:Kuş olup güvercin donunu giyen, Uyan dağlar uyan Serpil geliyor. Ankara 1974 Serkan Doğan:Başıma kızıl bağla, arkamdan ağıt yakma anam, Ankara 1974 Belkıs Çakır:Güne Umut’tan. Ceylanlara karışıp semaha duran. Ankara 1975 Nurcan Şahin:Kim yakıştırabilir sana ölümü? Ankara 1975 Özlem Şahin:Okur, meraklı, yerinde duramaz, yaşam delisi. Ankara 1976 Asuman Sivri:Semah, semah tutkunu, abisinin delisi. Ankara 1977 Menekşe kaya:Sazı elinde İsmail’in.Ötme bülbül ötme gönlüm şen değil. Ankara 1977 Koray Kaya:Pir Sultan’ın genç şehidi. Ve hep öyle kalacak. Ankara 1981 Yanyana öldüler. Ve yanyana gömüldüler Karşıyaka’da. Karşıyaka’nın onur gülleri, direnç gülleri, Pir Sultan Şehitleri... VI.SİVAS DAVASI “İnsanlık tarihinde din adına işlenen böyle bir vahşet görülmemiştir.” Sivas katliamının bulunabilen, ele geçirilebilen sanıkları çeşitli mahkemelerde yargılandılar. Sivas davası hala sürmektedir! Dava süreci nasıl gelişti? Katliam davası güvenlik gerekçesiyle Sivas’tan Ankara’ya nakledildi. Yargılamaya adiyen adam öldürme eylemi davası olarak başlanılmıştı. Mahkeme davayı planlı programlı, örgütlü bir katliam olduğu gerekçesiyle Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderdi. Ankara DGM 1994 yılında verdiği ilk kararında olayı basit bir “yangın çıkararak adam öldürme” olarak değerlendirdi. Hatta işi daha da azıtarak Aziz Nesin’in katilleri tahrik ettiğini dahi ileri sürdü ve buna dayanarak katillerin cezalarında indirim yaptı. DGM’nin bu hukuka ve maddi gerçekliğe aykırı kararını inceleyen Yargıtay DGM kararının tümüyle hukuka aykırı olduğunu saptadı. Yargıtay DGM’nin olayı basite aldığını, yanlış değerlendirdiğini vurgulayarak olayda şeriatçılar tarafından laik düzene yönelik bir kalkışma olduğunun belirlenmesi gereğine işaret etti. 28 Şubat sürecine denk gelen günlerde Ankara DGM’de yargılama yeniden başladı. Bu kez sanıklar hakkında “anayasal düzeni bozarak şeriat devleti kurmaya kalkışmak” eyleminden ceza verilmesi yoluna gidildi. Mahkeme 33 sanığı idam cezasına çarptırdı.(1997) Bu karar Yargıtay’ca yeniden incelendi ve bazı usul hatalarından dolayı bozularak eksikliklerin giderilmesi için yeniden Ankara DGM’ye gönderildi. Şubat 1999 tarihinde usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 33 sanık DGM’ce yeniden idam cezasına çarptırıldı. Sanıklar bu kararı temyiz ettiler. Dava dosyası şu an Yargıtay’da incelenmekte. Ankara DGM’sinin sanıklar hakkında idam kararı verirken dayandıkları gerekçe tüyler ürperticidir: “İnsanlık tarihinde din adına işlenen böyle bir vahşet görülmemiştir.” VII.SİVAS DERSLERİ Sivas katliamı gerek Alevi örgütlenmesinde gerekse Alevilerin bilincinde bir dönüm noktası olmuştur. Sivas katliamından çıkan birinci ve temel ders, yalnızca ve yalnızca kendi gücüne ve örgütlülüğüne güvenmenin zorunluluğudur. Aleviliği yönelik ağır bir kuşatmanın yaşandığı ve saldırıların gündeme geldiği şu günlerde Alevilerin kimlik mücadeleleri için güçlü örgütlülükler yaratması zorunluluğu görevi her zamankinden daha yakıcıdır. _________________________ |
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder